VELÂYETNAME NEDİR?
Tasavvuf geleneğinde esasını, salih kişilere Allah tarafından olağanüstü hâller gösterebilme kudreti olarak bahşedilen kerametlerin teşkil ettiği veli menkıbelerinin yer aldığı eserlere "menakıpname / velayetname" adı verilir.
Sözlük manası Arapça "bir zatın fazl ve meziyetine delâlet eden fıkra ve bundan bahseden makale ve risâle-i medhiyye" olan "menkabe", mühim tarihî şahsiyetler, Peygamber ashabı, mezhep imamları, bir zümre veya kabilenin meziyetlerinden övülecek yönlerinden bahseden eserlere başlık olarak verilir. Bir tasavvuf ıstılahı olarak "menkıbe" ve bu kelimenin çokluk şekli "menâkıb" ise, tarikat kurucusu, velî ve şeyhlerin hâl tercümeleriyle birlikte onlarda ortaya çıkan olağanüstü hâlleri, yani kerâmetleri içine alacak şekilde genişlemiştir.
"Tezkire-i Satuk Buğra Han" ve daha sonra da Ahmed-i Yesevî'nin menkıbelerini içine alan "Cevâhirü'l-Ebrâr min Emvâci'l-Bihâr" ile ilk örneklerini vermiştir.
Fürdevsi’nin Hacı Bektaşı Veli Menakıpnamesi hak kınada incelemelere bulunan Bekir Biçer menakıpnameler hakkında şu tespitlerde bulunur. “Menâkıb-nâmeler, tarihsel hikâye, masal ve efsane anlamına gelmektedir. Menâkıb-nâmeler, yazıldıkları döneme ait olup, toplumun faaliyetlerini, düşünce tarzını yansıtan ve insanlığın ruhunda binlerce yıldır yaşayan yarı tarihî vesikalardır. Bu eserler, bir devrin ve toplumun iç dinamiklerini ve karanlık dönemlerini aydınlatmada tarihe yardımcı kaynak niteliği taşımaktadırlar. Ancak destan özelliği taşıyan bu tür eserlerin tahlili, tenkidi hayli zor olup, doğru ve yanlış bilgileri birbirinden ayırmak kolay olmamaktadır. Velâyet-nâme adıyla bilinen tarihi destanlar, Orta Asya, Kafkasya ve Anadolu’yu kapsayacak şekilde geniş bir coğrafyada doğmuş ve Anadolu’dan başlamak üzere Balkanlar’a kadar yayılmış, taraftarlar bulmuş ve asırlarca halk kitleleri tarafından ilgiyle okunmuşlardır. Velâyet-nâme adıyla da bilinen bu eserlerde ele alınan konuların kısmen tarihî gerçeklere uygun oluşu, adı geçen kahramanların tarihî şahsiyetler oluşu ve zikredilen coğrafi isimlerin Anadolu coğrafyasına uygunluğu dolayısıyla tarihî eser olarak kabul edilmiş ve bazı Osmanlı tarihçileri tarafından tekrarlanarak kullanılmıştır
Menkıbe yahut menakıp, tasavvuf tarihînde, sofîlerin izhar ettiği harikulâde olaylar demek olan, kerametleri nakleden küçük hikâyelerdir. Tasavvufun yayıldığı halk muhitlerinde IX. yüzyıldan itibaren, Evliya menkıbeleri oluşmaya başlamıştır. Halk hafızasında çeşitli sebeplerle derin izler bırakan veliler ve kahramanlar etrafında oluşan bu menkıbeler halkası suya atılan taşın hâsıl ettiği büyüyen daireler gibi yüzyıllar içinde genişledikçe genişlemiştir. O velilerin gerçek hayatları, tarihî simaları unutularak her birinin çevresinde bu menkıbe halkalarından oluşan kılıflar örülmüştür. Sûfi yazarları da bunları olduğu gibi kendi eserlerine koymuşlardır”
VELÂYET-NÂME-İ HACI BEKTÂŞ VELÎ’YE GÖRE ANADOLU’NUN FETHİ, Bekir BİÇER, BAŞLICA VELAYETNAMELER
Lokmân-ı Perende ve Ahî Evran ( Günümüze ulaşamayan veleyetnameler dir. Hamza-nâme, Battal-nâme, Saltuk-nâme, Seyyid Ali Sultan, Abdal Musa ve Demir Baba Sultan, Firdevsî-i Rûmî, velayetnameleri, Seyyid Harun-ı Velî, Sadrü'd-dîn-i Konevî etrafında teşekkül eden menâkıbnâmeler ile, Mevlevî muhitinin mahsulü "Sipehsâlar Menâkıbı" ve "Menâkıbu'l-Ârifîn" başlıca menâkıbnâme örnekleridir. Kerâmât–ı Ahî Evran" ve Elvan Çelebi'nin kaleme aldığı "Menâkıbu'l Kudsiyye fi Menâsıbu'l-Ünsiyye" bu tür velî menkabe kitaplarıdır. XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, menkabe eserlerinin, Hâcim Sultan, Hâcı Bektâş-ı Velî, Abdal Mûsâ, Kaygusuz Abdal, Sultan Şücau'-d-dîn, Otman Baba velâyetnâmeleridir. Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî, (Osmanlı Türkçesi: ولايت نامه حاجى بكتاش ولى ) Vilâyet-name-i Hacı Bektaş-ı Velî veya Manâkib-ı Hacı Bektâş-ı Velî 15. yüzyılda yazılmış, Hacı Bektaş Veli'nin hayatı hakkında menkıbe türü bir eserdir. Ölümünden birkaç yüzyıl sonra bir Bektaşi dervişi tarafından yazılmış olduğu tahmin edilmektedir. Hacı Bektaş hakkında bilinen her türlü bilgi ve rivayetten oluşur, asırlar boyunca ağızdan ağıza tekrarlanan tarihî olaylarla, Hacı Bektaş'ın mucizeleri yan yanadır. Velayetnâme'de yazan olayların doğruluğu her Bektaşi tarafından kabul edilir. Osmanlı döneminde her tekkede bir kopyası bulunduğu için günümüze Türkiye'de, Türkiye dışındaki bazı önemli kütüphanelerde Anadolu'dan Balkanlara kadar Bektaşiliğin yayıldığı alanlarda ve şahısların ellerinde birçok nüshası bulunmaktadır. Ancak bunların içinde yazarının kaleminden çıkmış veya yazıldığı döneme ait bir nüshaya henüz rastlanmamıştır. Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı'nın kütüphanesinde mevcut 16. yüzyılda kaleme alındığı tahmin edilen Velayetname nüshaların hemen hepsi 17. yüzyıl ve sonrasına aittir. Bu nüshalar Bektaşi dervişleri tarafından kopyalanmıştır. Eserin mensur manzum ve karışık olmak üzere üç tip nüshası vardır.
Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî
Velayetnâme, 1927'de Eric Gross tarafından Almancaya çevrilmiştir. Velayetnâme 1958'de Sufilik tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yayımlanmıştır. Suluca Karahöyük köyündeki (günümüzde Hacıbektaş şehri) Bektaşi tekkesinde bulunan bir el yazmasını dayanan bir çeviridir bu. Bu el yazması halen Ankara'da Milli Kütüphane'de bulunmaktadır. Vilayetnâme'nin ne zaman ilk yazıldığı hâlâ tartışılmakla beraber, Gölpınarlı, kendi kullandığı kaynağın Osmanlı yazar Firdevsi-i Rumi olduğunu öne sürmüştür. Velayetname'de 13. yüzyılda ve 14. yüzyıl başlarında yaşamış şahıslardan (Âhi Evren, Fatma Bacı (Kadıncık Ana), Hoca Ahmed Yesevî, Baba Resul (Resul Baba), Muhlis Paşa, Barak Baba, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Yunus Emre, Şemsi Tebriz, Sarı Saltuk, Seyyid Mahmud Hayrâni, Hacım Sultan, Taptuk Emre gibi) bahsedilmesinden anlaşılacağı üzere eser 14. yüzyılın ikinci yarısında yazılmıştır.
Buna karşın, Bektaşiliği etkilemiş olan Hurufilik hakkında bir şey olmaması, Velayetname'de bahsi geçen olayların, 1394'te idam edilen Fazlullah Astarabadi'nin müridlerinin gelmesinden evvele rastladığına işaret eder. Ayrıca, metinde Balım Sultan'dan bahsedilmediği için, Balım Sultan'ın 1501'de Hacı Bektaş tekkesinin başına geçmesinden evvel yazılmış olması gerektiği düşünülmektedir. [2] Buna karşın, Velayet-nâme’nin sonunda Hacı Bektaş Türbesi’ni II. Murat’ın yaptırdığı, II. Bayezit’in de kubbeyi kurşunla örttürdüğü rivayetine bakılırsa, eser II. Bayezit devrinde (1481-1512) kaleme alınmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı, Velayet-nâme'nin yazarının o dönemde pekçok eser yazmış olan Firdevsî-i Rûmî olduğunu savunmaktadır.[3]
Velâyetname'nin sonlarında Hacı Bektaş Veli'nin Osman Gazi'yi tekkeye nasıl aldığına dair bir bölüm vardır. Buna karşın tarihçi Aşıkpaşazade, Osman Gazi ve onun soyundan kimsenin Hacı Bektaş Veli ile ilişkisi olmadığını belirtir. Hacı Bektaş'ın Babai ayaklanması sırasında Anadolu’ya gelmiş olması ve Osman Gazi'den evvelki kuşaktan kişilerle olan yakınlığı, onun Osman Gazi ile görüşmesi hikâyesini şüpheli kılmaktadır. Hacı Bektaş Veli'nin 1271'deki ölümünden sonra Velayetnâme'ye zaman içinde yeni malzemelerin eklendiği ve Osman Gazi ile ilgili bölümün sonradan, Osmanlı Hanedanının Bektaşiliği kabul etmesinden sonraya rastladığı düşünülmektedir.
İçeriği
Velayetnâme Hacı Bektaş Veli'nin hayatını anlatır. Velayetname'de yazdığına göre asıl adı Muhammed Bektaş olan Hacı Bektaş Velî, kuzeydoğu İran'ın Horasan eyaletinde Nişapur'da doğmuş. Bektaş, Ali'nin soyundandır. Babası, Horasan Padişahlarından İbrahim el-Sani, annesi Hatem Hatun'dur. Hacı Bektaş, Ahmed Yesevi'nin takipçisi Lokman Perende'nin öğrencisi olmuştur. Metinde Bektaş'ın öğrenciliği sırasında yaptığı mucizeler anlatılır. Örneğin, hocası Lokman bir gün ondan kendisine su getirmesini isteyince Bektaş secdeye yatar ve o anda odanın ortasından bir su fışkırır. Lokman "Yâ Hünkâr!" diye haykır, bu olaydan sonra Bektaş, "Bektaş Hünkâr" olarak çağrılır. Velayetnâme'de yazdığına göre, bir gün Ahmed Yesevi'nin halefleri ondan tekkesinin kutsal eşyalarını aralarından birine teslim etmesini isterler. Yesevi, eşyaların sahibi olan kişinin gelip onları isteyeceğini söyler. Bu lafı zihninde duyan Hacı Bektaş, bir an içinde Türkistan'a varır ve Ahmed Yesevi'nin önünde peydah olur. Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş'ı Anadolu'ya yollar. Hacı Bektaş, Anadolu'ya göç edip, Suluca Karahöyük köyüne yerleşir. Kerametleriyle kısa zamanda şöhret kazanır, etrafına pekçok takipçi toplar. Dostlugu, alçakgönüllülügü ögütleyen Alevi-Bektaşi ögretisini yaymaya başlar. Velayetnâme o dönemin tarihî olaylarına da değinir. Alaeddin Keykubad döneminde Anadolu'da bulunan Hacı Bektaş'ın ve müritlerinin gezileriyle ilişkili olarak belirtilen Anadolu'unun çeşitli şehir isimlerinden Selçukluların nerelere egemen olduklarını çıkarmak mümkündür. 1243 Kösedağ Savaşı'nda Selçuklular Moğollar’a yenilince, Türkmen halk daha çok batı bölgelere göç etti ve oraya yerleştiler. Velayetname'ye göre Hacı Bektaş, müritlerini sistemli olarak Batı Anadolu’ya görevli olarak göndermiştir.
BİR VELÂYETNAME ÖZETİ
Piri Baba Velayetnamesi 2- TSM Kütüphanesindeki Nüshanın Özeti: ( Kaynak: https://www.kizilbaslariz.com – yazan: Muzaffer DOGANBAŞ )
Pîrî Baba, Merzifon’un Narince köyündendir. Yedi-sekiz yaşlarındayken annesi onu Merzifon’a getirip bir yaşmakçının yanına çırak olarak verir. Pîrî Baba küçük yaşlarından itibaren ibadet ehli ve keramet sahibi bir erendir. Öyle ki, o; öğle namazlarını Kâbe’de kılar ve tekrar gelip sanatıyla meşgul olurmuş.
Üstadı Pîrî Baba’yı birkaç kez suya gönderir ve her seferinde Pîrî Baba sudan geç gelir. Çünkü o bazen Şad suyuna, bazen de İmam Hüseyin çeşmesine gider. Fakat üstadı bilmediği için bu duruma çok kızar ve onu her seferinde uyararak incitici sözler söyler. Hatta bir keresinde Pîrî Baba üstadına zemzem suyu getirmek için Kâbe’ye gider ama üstadı buna inanmadığı için onu değnekle dövmeye çalışırken araya adamlar girer ve Pîrî Baba’yı ustasının elinden alırlar.
Pîrî Baba’nın ustası bir gün hacca gitmeye karar verir. Hacdan dönene kadar Pîrî Baba’yı başka bir üstadın yanına verir. Verirken de Pîrî Baba’nın akşamları kendi eşinin yanında kalmasını şart koşar.
Üstadı hacdayken hanımı bir kazan helva pişirir. Pîrî Baba bu helvayı alır Kâbe’ye götürür. Üstadı niyazda iken, kendisine göstermeden bir lenger helvayı üstadının yanına bırakır. Dönüşte üstadının eşi bu olan bitenden dolayı Pîrî Baba’nın “velî” olduğunu anlar.
Yine bir gün üstadı Pîrî Baba’dan su ister. O da eline yeşil bir bardak alarak suya gider fakat yine geç kalır. Bu nedenle üstadı Pîrî Baba’ya olur olmaz sözler söyleyerek onu dövmeye kalkışınca Pîrî Baba’nın şahadet parmağıyla işaret etmesi üzerine üstadının bir gözü kör olur. Bu olayı duyan şehir halkı Pîrî Baba’nın ziyaretine gelirler. Bu sırada Pîrî Baba’nın ilk ustası hacdan döner ve eşine helva lengerini sorar. Eşi olan biteni anlatır ve Pîrî Baba’nın bir velî olduğunu açıklar. Yine bu arada, Hz. İmam Hüseyin’inden (Kerbelâ’dan) birkaç kimse gelir. Aşura günü elinde yeşil bir bardak ile İmam Hüseyin çeşmesinden su alan gencin Pîrî Baba olduğunu bildirirler. Pîrî Baba’nın ustası, bütün bu olup bitenleri onun annesine anlatarak, artık Pîrî Baba’nın kendilerine değil kendilerinin Pîrî Baba’nın hizmetine layık olduklarını bildirir. Bu olaylardan sonra Pîrî Baba, eski hamam külhanına girer ve kerametler gösterir.
Pîrî Baba bir gün külhanda yatarken cuş edip eline aldığı bir keseri külhan ocağında bir taşa koyup onu yumruğuyla bir karış batırır. Gittiği bir bağda henüz pişmemiş olan kebabı erken pişirir. Yine bir bağda henüz olmamış olan üzümleri yenecek duruma getirir. Eski hamamın damlayan tavanına “hamam bundan sonra damlama” der ve hamam artık damlamaz
Bir gün Geylan (Gilan) vilayetinden bir âlim bazı sorulara cevap bulmak için önce Amasya’ya gider fakat Amasya’nın âlimleri sorularını cevaplayamayınca Merzifon’a gelir. Buradaki âlimler sorularına tam bir cevap veremeyince Pîrî Baba, Molla Ali adındaki âlime cevapları söyler.
Pîrî Baba eski hamamda, öğleye değin erkeklerle, öğleden sonra ise kadınlarla beraber yıkanır ama kadınlara bakmayıp kendi halinde gezermiş. Bu duruma bazı Merzifonlular razı olmazlar ve konuyu, Merzifon’a gelmiş olan Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed’e bildirerek bu konuda hüküm vermesini isterler. Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmed, Pîrî Baba’nın bulunduğu eski hamama gider. Pîrî Baba zekerini eline alarak Fatih’in üzerine yürür. Kapıcılar ise engel olmak isterler. Fakat Fatih Pîrî Baba’ya engel olmamalarını ister. Bu arada Pîrî Baba zekerin salıvererek padişahın kulağına şahadet parmağıyla üç kere “aldılar verdiler” diyerek hamamdan çıkar. Bunun üzerine Padişah Pîrî Baba’nın veliyullah olduğunu anlar ve bu söz ve davranışlarını müneccimlerden yorumlamalarını ister. Müneccimler, Pîrî Baba’nın zekerinin “anahtar” kulağının ise “kapı” olduğunu ve padişahın bir vilayet fethedeceğini bildirirler. Fatih Sultan Mehmed, Pîrî Baba için vakıflar tahsis etmek ister fakat Pîrî Baba istemez. O bu tahsisi Merzifonlu âlimler için ister.
Fatih Sultan Mehmed, Merzifon’dan Osmancık şehrine gider ve orada Koyun Baba’ya uğrar. Koyun Baba’yla görüştükten sonra İstanbul’a hareket eder ve kendisine İstanbul’un alındığı müjdesi verilir.
Pîrî Baba her gün iki kez uğradığı yerde (tekkesinde) vefat eder. Bu arada Narıncalılar Pîrî Baba’nın cesedini alıp köylerine götürmek isterlerse de Merzifon’un âlimleri buna razı olmaz ve Pîrî Baba’nın öldüğü yerde toprağa verilmesini isterler. Ve Pîrî Baba Merzifon’da toprağa verilir. Olan bitenin padişaha bildirilmesi ve Pîrî Baba’ya köyler vakfedilmesi için Kara Baba adındaki kişi İstanbul’a gönderilir. Ancak Kara Baba İstanbul’a varıp padişahla görüştükten sonra burada vefat eder.
Bu arada Merzifonlular, Pîrî Baba için bir türbe ve tekke yapması için Pîrî Baba’nın akrabalarından olan Ali Dede’den istekte bulunurlar. Ali Dede bu işe pek olumlu bakmamakla beraber kendisine yapılan baskılardan da rahatsız olur.
Bu sırada Şamluoğlu Hoca İbrahim namında biri denizde fırtınaya tutulur. Bunun üzerine “Yâ Pîrî Baba eğer bu fırtınadan kurutulursam evime gitmeden önce mezarının üzerini yaptırayım.” diye dilekte bulunur. Bu arada Hoca İbrahim uykuya dalar ve rüyasında bir akca güvercin donunda Pîrî Baba’yı görür. Rüyasında Pîrî Baba’ya mezarının üzerine bir türbe yaptıracağını tekrar eder ve kızını da süpürgeci olarak adayacağını ahdeder. Bu arada güvercin uçup gider.
Şamluoğlu Hoca İbrahim fırtınadan kurtulduktan sonra hemen Merzifon’a gelir ve Bizircioğlu namındaki şahıstan yer satın alarak, Pîrî Baba’nın türbesini ve tekkesini yaptırır. Hoca İbrahim, kızını da Pîrî Baba’nın kardeşinin oğlu Ali Dede’yle evlendirmek ister. Ali Dede yetmiş seksen yaşlarında yaşlı bir insan olduğunu ve bu yaştan sonra zürriyeti olmayacağını gerekçe göstererek bu teklifi reddeder. Fakat sonra yapılan ısrarlar üzerine evlenmeyi kabul eder ve bir evladı olur.
Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.
BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM veya s_kuzucular@hotmail.com