Evliya Çelebi Hayatı Seyehatnamesi ve Özellikleri
Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler
EDİRNE DARÜŞŞİFA
1682 yılında Edirne’yi ziyaret eden Evliya Çelebi külliyeyi şöyle anlatmıştır.
“Adı geçen bağın ortasında, göğe baş uzatmış bir yüksek kubbedir ki güya aydınlık hamam camekanı gibi tepesi açıktır. Bu açık yerde altı adet ince mermer sütunlar üzerinde Kiyanıyan tacı gibi bir kubbecik vardır. San’atkar iş üstadı, bu küçük kubbenin ta tepesine halis altın ile yaldızlanmış bir çeşit demir mil üzerine bir bayrak yapmış, ne taraftan rüzgâr eserse, o bayrak o tarafa döner. Garip görünüşlüdür. Ama aşağı büyük kubbe sekiz köşelidir. Bu kemerli kubbe içinde dahi sekiz kemer vardır. Her kemerin altında bir kış odası vardır. Bu odaların her birinde ikişer pencere vardır. Bir penceresi odanın dışında olan gülistanlı ağaçlığa bakar, diğeri de bu büyük kubbenin ortasındaki büyük havuz ve şadırvana bakar. Bu sekiz adet kış odalarının önünde, yine büyük kubbe içinde sekiz adet yazlık odalar vardır.
Üç tarafı kafesli mermerler ile yapılmış bu büyük kubbe altındaki büyük havuzun çevresindeki sel sebillerden berrak su çağlayıp havuza girince, fıskiyelerden berrak su, kemerli kubbenin göbeğinde nihayet bulur.
Böyle dikkat ve özenle yapılmış şifa yurdunun anlatılan odalarında çeşitli hastalıklara tutulmuş zengin ve fakir, ihtiyar ve genç doludur.
Bazı odalarda ilkbaharda delilik mevsiminde Edirne’nin aşk denizi derinliğine düşmüş sevdalı âşıklar çoğalıp, hekimin emriyle bu tımarhaneye getirilerek altun ve gümüş yaldızlı zincirlerle kerevetlerine takılıp, her biri aslan yatağında yatar gibi kükreyip yatarlar... Kimisi havuz ve şadırvanlara bakıp kalender hülyası kabilinden sözler eder, nicesi dahi o kemerli kubbenin etrafında olan gülistan ve bağ ve bostan içindeki binlerce kuşların cıvıltılarını dinleyip, delilerin perdesiz ve ölçüsüz sesleriyle feryada başlarlar.
Bahar mevsiminde çiçek kısmından sim ve zerrin, deveboynu, müşkü rumi, yasemin, gül-nesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lale, sümbül gibi çiçekler hastalara verilip güzel kokuları ile hastalar iyileştirilirler. Fakat delilere bu çiçekleri verince kimini yerler, kimini ayakları altında çiğnerler. Bazıları dahi meyveli ağaçları seyredip, ah daha hel hope pe pohe pelo deyip, çimenlik temaşası ederler...”
KARAGÖZ İLE HACİVAT
Karagöz ve Hacı Ayvad ki Bursalı "Hacı İvaz"dır. Selçukîler zamanında "Yorkça Halil" ismiyle müsemma' peyk-i Resülullah idi ki yetmiş yedi sene müddet Mekke'den Bursa'ya gidüp gelirdi. "Efeli-oğulları" namıyle ecdadları şöhret bulmuştu. Bu hanedan zağar köpekleriyle meşhurdurlar ki hâlâ elsine-i nâsda "Efeli-oğlu zağarı gibi ne bilirsin?" deyü darb-ı mesel olmuşdur. Bu Efeli-oğlu, Mekke'den Bursa'ya gelirken beyn-el-haremeyn eşkiyâ-yı Urban Efeli-oğlu "Yorkça Halil Hacı Ayvad"ı şehid idüp Bedir hîninde defn eylediler. Efeli-oğlu'nun kelbi Arab'ların yanında kalup, sonra bu Arab'lar Şam'a gelüp çarşıda gezerken kelp bu Arab'ları kudurmuş gibi kapmağa başlayup, diğer âdemlerin ayağına yüzünü sürüp yalvararak lisân-ı hâl ile tazallüm iderdi. Sonra yine Arab'lar üzerine hırlayup dalar, hamle idüp salardı. Halk görüp anladılar ki bu Efeli-oğlu'nun zağarıdır. "Bunda bir hal vardır. Tutun şu Arab'ları" deyüp Arab'ları tutup hâkime getirirler. Handaki hücrelerini basup orada Efeli-oğlu'nun af itabesini, sapanını, teberini, kanturasını, zilleri ile kanlı esvablarını, Bursa'ya getireceği cümle mektupları bulup hemen cümle Arab'ları "Sinaniye" çarşısında sıra ile selb iderler. Kelb-i garîb de maslup Arab'ların altına varup bir âh-ı serd çekerek teslîm-i ruh ider. İşte Hacivad böyle bir sâî ve nedim ve yarandan peyk-i Resul idi.
Karagöz ise İstanbul Tekfuru "Kostantin"in sâîsi idi. Edirne kurbündeki "Kırk Kilise"den bir mîr-i sâhib-kelâm-ı cihan kıbtî idi. Adına "Sofyozlu Karagöz Bali Çelebi" dirlerdi. Tekfur Kostantin yılda bir kere "Alâeddin-i Selçukî'ye gönderdikde Hacivad ile Karagöz'ün birbirleriyle mübâhase ve mücâdelelerini o zamanın pehlevanları hayâl-i zille koyup oynadırlar idi.
KARADENİZDE FIRTINA
‘Ucali Sefer’ Reis nam bir kimsen ün şaykasına yüz elli nefer arkadaş ile girerek denizde nice muhataralar ve nice korkunç vak’alar görüp geçirdim. “Fi yevmi nahsin müstemir.” (uğursuzluğu boyuna devam eden bir gün) denmeğe lâyık bir günde sandal ile limandan taşra çıkdık. Yıldız rüzgârına yelken açarak bugün bir gecede pupa yelken gidüp Karadeniz’ün tahminen ortalarına vardık. Burada şimal canibinde Anapa dağları, Balıklava semtinde Suluyar dağları görünüp Sinop ve Amasra dağları da önümüzde idi. Derken hiç birinden nâm ü nişane kalmadı, bir gjrdâb-i elime düşdük. Gâh muvafık, gâh gayr-ı muvafık eyyam ile bir gün bir gece deryâyı bî-emân içre çalkanup durduk. Ne canibe gideceğimiz nâmalûm; âhir-ül-emr “Ol engin-i nâ-mübârekde ne reh ne râh-ber peyda” mısraına mâsadak olduk. Güneş deryada doğar, deryada batar. Bu veçhile girdâb-ı gamda telâtum-ı derya ile serseri gezerken hikmet-i Hudâ gün doğusu tarafında kara bulutlar zahir oldu. Bundan başka ra’d ü berkli sağanaklar, kırıntılı, üçerleme kumlar peyda olunca gemicilerin reng-i rûları mütegayyir oldu. Bîçâreler ellerini uğmağa başladılar.
Geminin kıç tarafındaki pusula ve kıble -nümâlarına bakarak birbirlerine can pazarı muamelesiyle bakınmaya kovuldular. Hemen içlerinden Dede Dayı nâm umûr-dîde bir ihtiyar, gemicilere hitaben: - Bre dayılar! Ne havfe düşersiniz, Hudâ kerîmdür, işte kırıntı ve sağanak gelmektedir. Mayna alaborna dedikde cümlesi bir yere gelüp alaborna iplerini indürdiler, alaborna direği de aşağı indi. Temevvüc-i derya git gide müşted olmakta olduğundan, hemen gemi üzerindeki büyük yapağı çuvallarını, papir hasırlarını, balık turşusu fıçılarını, gemi kerestelerini denize atdılar. İki yüzü mütecaviz üserayı da der-anbar idüp anbar kapusını seddeylediler. Gemi bir parça hiffet buldu, lâkin yine temevvüc-i derya âsümân ile beraber olup cûş u hurûşa başladı. “Kalırsa hecr ile girdâb-ı gamda keşti-i dil / Ne çare neyliyeyim rûzigâr elümde değül.” beytinin ifadesi mucibince üç gün gece kar, tipi, boran eksük olmadı. Gemicilerin gemi üstünde durmağa kuvvetleri kalmadı, her biri geminin bir küncünde genç bulmuş gibi nihân ve pinhân oldular. Yolculardan kimisi istifrağ ediyor, kimisi istiğfar ediyor, kimi kurbanlar, sadakalar, nezirler va’d ediyordu.
Viyana’da Bîr Hastanın Ameliyatı
Viyana’da bir hastanın şakağına mermi girmişti. Doktor ve yardımcısı bu mermiyi çıkarmak için ameliyata başladılar. Ben de izin istedim ve sessizce onları izledim. Doktor öncelikle hastanın alnının ortasından başlamak üzere baştaki deriyi iki tarafa doğru soydu. Ardından başının yan tarafından bir delik açtı. Sonra bir demir parçasıyla kafatasını kaktırarak a-yırdı. Kafatasının tam ortası keserin dişleri gibi birbirine geçmiş olduğu için tam ortadan ikiye bölündü. Ben hastaya daha yakından bakmak için yaklaştım, bu arada mendille ağzımı kapattım. Doktor bana niçin ağzını bu şekilde kapattın deyince: “Belki hapşırırım ve hastaya zarar verebilirim.” deyince Doktor: “Sen doktor olmalıymışsın.” dedi. Ardından doktor kurşunu çıkardı, kurşunun yerini de bir süngerle temizledi. Sonra da kemikleri eskisi gibi birleştirdi. Deriyi de kapattı. Ardından yüzlerce iri at karıncası getirdiler. Doktor karıncaları tek tek derinin bitiştiği yerlere yaklaştırıyordu. Karınca bu bitişen deriyi ısırır ısırmaz, doktor karıncayı belinden kesiyordu. Böylece deriyi baştan başa kapattılar. Birkaç hafta sonra adam iyileşti, karınca parçaları da kendiliğinden döküldü.
Erzurum’un Soğuğu
Halkın ağzında şöyle bir fıkra vardır: Bir dervişe “Nereden geliyorsun?” demişler. O da “Kar rahmetinden geliyorum.” demiş. Bunun üzerine “O ne diyardır?” demişler. Derviş “Soğuktan insana zulüm olan Erzurum’dur.” demiş. “Orada yaz olduğuna rast geldin mi?” demişler. Derviş “Vallahi 11 ay, 29 gün sakin oldum. Halk hep yaz gelecek dedi. Ben göremedim.” demiş. Bir diğer fıkra da şudur: Kedinin biri kara kışta bir damdan diğer dama sıçrarken havada donup kalmış. Sekiz ay sonra don çözülünce miyavlayarak yere düşmüş. Gerçekten de bir adamın eli yaş iken bir demir parçasına yapışsa derhâl donar. Elini demirden koparmak ihtimali olmaz. Ancak bir miktar derisi yüzülerek demirden kurtulabilir.
İstanbul Hastaneleri’nden Fatih Hastanesi
70 oda, 80 kubbe ve 200 memuru vardır. İpek altın işlemeli, bürümcük gecelikleri vardır. Birisi hasta olsa hastaneye götürüp ona bakarlar ve ilaç verirler. Günde iki defa türlü türlü güzel yemekler verilir. Vakıf kuralları öylesine sağlamdır ki şöyle denilmiştir: “Eğer mutfakta keklik, turaç ve sülün kuşlarının eti bulunmazsa bülbül, serçe ve güvercin pişirilip hastalara bol bol verilsin.” diye yazılıdır. Hastanelerde, akıl hastalarının hastalıklarının geçmesi için müzikçiler ve okuyucular tayin edilmiştir.
İstanbul’daki Marifet Sahibi Üstadlar:
Hezarfen Ahmed Çelebi
Önce Ok Meydanı’nın minberi üzerinde, rüzgârın sert olduğu sırada kartal kanatlarıyla sekiz dokuz kere havada uçarak talim etmiştir. Sonra Murad Han, Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde boğazı seyrederken Galata Kulesi’nin ta tepesinden lodos rüzgârıyla uçarak Üsküdar’a kadar uçabilmiştir.
Lagarı Hasan Çelebi ve Bir Nükte
Murad Han’ın kızı dünyaya geldiği gece kurban keserek bayram ettiler. Bu Lagarı, elli okka barut macunundan yedi kollu bir fişek yaptı. Sarayburnu’nda hünkârın huzurunda fişeğe bindi. Çırakları fişeği ateşlediler.
Lagarı: Padişahım Allah’a ısmarladık! İsa Peygamberle konuşmaya gidiyorum, diyerek göğe yükseldi. Yanında olan fişekleri ateşleyip deniz yüzünü aydınlattı. En yukarı çıkıp da barutu bitince kartal kanatlarını açıp denize indi. Oradan yüzerek padişahın huzuruna geldi ve: “Padişahım İsa Peygamber size selam söyledi.” diye şakaya başladı.
İstanbul Beyanındadır
Bu şehri Hazret-i Süleyman’ın kurduğu söylenir. Ayrıca Türklerin bu şehri almaları yüce Kur’an’daki “Kutlu Belde” tamlamasıyla anlatılır. Sözün kısası Türk gümbürtüsü, Türk görkemi, Türk velvelesi, Türk debdebesi ve Türk’ün zaferi olan bu beldenin yeryüzünde bir benzeri yoktur. Yunan ve öteki tarihçelerin İstanbul’un kuruluşunda söz birliği ettikleri hikâye şöyledir. Hazret-i Peygamber’in doğumundan 1600 yıl önce Hazret-i Süleyman, insanlara, cirilere, kuşlara, vahşi hayvanlara ve rüzgâra hükmederken, bir padişah ona isyan etti. Hazret-i Süleyman bu padişahın ülkesine varıp, onu tutsak etti. Ancak bu padişahın periler kadar güzel bir kızı vardı. Dul olan Süleyman Nebi padişahın kızıyla evlenince onu Rum illerine getirdi. Kız, şeytanın aldatmasıyla durmadan ağlamakta idi. Süleyman Peygamber eşinin ağlamasının ve kederinin nedenini sorunca: “Ya Emİnallah! Dilerim ki benim için burada büyük bir saray yaptırırsın, ben de geri kalan ömrümü orada daima ibadetle geçiririm.” diyerek ricada bulundu. Hazret-i Süleyman uzun araştırmalardan sonra İstanbul toprağına geldi. Şimdi Hünkâr Bahçesi denilen Sarayburnu’na gelip orada otağını kurdu, bir gecede su ve havasının güzelliğine vuruldu. Orada da büyük bir saray ve rengârenk bahçeler içinde köşkler yaptırdı. Daha sonra da İstanbul için şöyle bir duada bulundu: “Bu şehir cihan yıkılıncaya değin bakımlı ve onarımlı kalsın.”
İstanbul’un Adlarım Söyler:
İstanbul’un ilk yapısı Makdonye adını taşır. Andan Yan-ko bina ettiği için Yankovice dediler. Sonra İskender tekrar kurduğundan bu kez adı Aleksandri oldu. Ondan sonra da bir zaman Pozant dediler, bir zaman da Zondovina, Yağfuriye dediler. Dokuzuncu kez Kostantin yaptırdığı için Yunan dilinde Pozantiyum ya da Kostantiniye dediler. Nemçeliler Kos-tantinopol derler. Rus dilinde ise Terkuriye derler. Buna göre Grekler Grandoza, Macarlar Zendovar, Lehliler Kanatorya, Çekler Albanar, İskoçlar Herakliyan, Felemenkliler Astagania, İspanyollar Agrandoza, Portekizler Kostia, Araplar Kostantiniye, İranlılar Kayser-i Rum-i Zemin, Hintliler Taht-i Rum, Moğollar Çarğrad, Tatarlar ve Sakalibe ile Âl-i Osman’da yani Türkler de ise adı İslambol’dur. Türk’ün görkemi diye âleme ün salmıştır.
PAYAS KALESİ VE AHALİSİ
Deniz kenarında dört köşe, kayalık, güzel bir yapıdır. Sekiz adedi sağlam kulesi, her kulede küçük ve büyük on adet topu vardır. Büyük bir burcunda balyemez toplar olup limanı korurlar. Burası Halep’in iskelesi olduğundan hudut gibidir. Kalenin çevre uzunluğu 8 yüz adımdır. Kalenin duvarı iki kattır. Doğuya bakan ikişer kat demir kapısı, hendek üzerinde ağaç köprüsü vardır. Ve demir kapılı, kale gibi büyük bir hanı vardır ki 1571 tarihinde yapılmıştır. Han kapısı, kale kapısına bakar. Gayet düzenli, harem odalı, ahır ve develiği olan geniş avlusu, imarethaneli eşsiz bir handır. Bu hanın yanında güzel ve garip bir cami vardır ki İstanbul’da Silivri kapısı’nın iç kısmındaki İbrahim Paşa Camii'ne benzer. Kısacası kale, han, imaret, mescit, medrese, çarşı, pazar ve hamam hepsi kâgir binalar olup, mavi kurşunla kaplıdır. Hayır ve yardımların hepsi şehit gazi Sokullu Mehmet Paşa'nın yapılarıdır. [1]
Evliya Çelebi, Payas’taki külliye ve kale hakkında çok detaylı açıklamalarda bulunmuştur. Külliyenin 300 kişi ile idare edildiğini, Kale içinde toprak ve kireç ile örtülü üç yüz kadar ev olduğunu, Yeniçeri serdarı, sipahi kethüdası, şehir, naibi, şehir subaşımı, muhtesip, gümrük amiri, olduğunun müftü ve naibinin bulunmadığını, Kale dizdarı ve 70 neferin bulunduğunu belirtmiştir. Payas'ın o günlerde 850 hane evden oluştuğunu, ahalisinin vergiden bağışlanmış 8000 kişiden oluştuğunu, bu ahalinin on altı kethüdalıkla yönetildiğini yazar. Belirttiğine göre Payas halkı külliyi ve kervan yolunun güvenliğini sağlamak için yerleştirilmiş ve onlardan bu hizmetlerine karşılık vergi alınmamaktadır. Payas halkın yaz aylarında 7 tane Payas Yaylasına çıktığını, pirinç, turunç, incir ve üzümünün meşhur olduğunu belirtir. Payas halkının çıktığı yaylaların adlarını: Sürmeli, Göktepe, Çatalağaç, Fındıklı, Şulganı, Secen olarak belirtir. Payas’ta 300 dükkân, yedi kahvehane ve bir hamamın olduğunu, “ Mercan Ağa Kuyusu” denilen kuyuya muhtaç olduklarını belirtir. İskele kulesinin Cin kule – gümrük olarak kullanıldığını limanın pek iyi durumda olmadığını belirtir. Limanın o yıllardaki durumunun iyi olmamasının sebebi, İskenderun limanının daha çok önem kazanmış olmasındandır. Halkının "Gayet cesur, gözü pek ve yiğit son derece iyi silah kullanır kimseler" olduğunu yazar. " Bu yiğitliklerine göre gayet itaatli adamlardır. Korsan veya dağ haramileri yollara ilişmeye kalksalar şehir halkının yiğitleri derhal, Beylan (Belen), Kurtkulağı, Bakras yollarına hücum ederek eşkıyaları avlayıp, gidip gelenlerin, hacıların mallarını alıp iade ederler" [2]
KAYNAKÇA
[1] Evliya Çelebi, Seyahatname, (Seyit Ali Kahraman-Yücel Dağlı), 3. Kitap, İstanbul, 1999,s. 31-35
[2] Evliya Çelebi Seyahatnamesi, MEB. Yayınları, CII, shf. 174–181