Ömer Seyfettin'in Nezle Öyküsü Hakkında Konusu Metni

21.12.2019
 Ömer Seyfettin
 
Yeni Lisan adlı yazı sersisinde anlattığı gibi Ömer Seyfettin sokakta konuşulan, sade ve açık bir dil ile öyküler yazmış, yazdığı öykülerinde ise sosyal faydayı gözetmiş, halka bir şeyler kazandırmak gayesini gütmüştü.
 
Pek çok öyküsünde kahramanlık, devlete bağlılık, vazife aşkı,  vatan ve millet sevgisi konularını işlemiş olan Ömer Seyfettin’in Nezle adlı öyküsü ise sosyal hayat, aşk, evlilik konulu sempatik bir öyküsüdür.
 
Öykünün  Ana Fikri Konusu Tekniği 
 
 
 
Diyet, Ferman , Efruz Bey ,  Kütük , Fon Sadriştayn’ın Oğlu  gibi öykülerinde kahramanlık , vatan ve vazife sevgisi konularını işleyen Ömer Seyfettin’in Nezle adlı öyküsü ise  Bahar ve Kelebekler, Yüksek Ökçeler, Antiseptik , Aşk Dalgası, Aşk ve Ayak Parmakları,  Bir Temiz Havlu Uğruna adlı öyküleri gibi aşk, evlilik, aile evlilik hayatı  gibi konularda yazılmış bir öyküsü olmaktadır.
 
Nezle adlı öykü , konusu ve kahramanları itibarıyla en çok Yüksek Ökçeler adslı öyküsüne benzemektedir. Yazarın Nezle adlı öyküsünde  yılardır dul kalmış olan ve  hayırlı bir koca bekleyen dul bir kadının evlilik hayalleri ve evlilik arayışları neticesinde  arabacısı ile evlenmeye karar vermesini ama cahil arabacının bunu anlayamaması konu edilir.
 
Öykü yazıldığı dönemin sosyal hayatına dair çok detaylı bilgiler vermesi ile de dikkati çekmektedir. “Bütün halk Çırpıcı Çayırına akıyordu. Sucular, şerbetçiler, yemişçiler, kâğıt helvacıları; huupçular, oyuncakçılar, gazozcular, macuncular, simitçiler, şekerciler… Daha birçok ayak satıcıları, yolun fesli, takkeli, sarıklı, şapkalı, arakiyeli, yeldimeli, kavuklu çarşaflı alaca kalabalığına karışmış, bağırarak, alışveriş ederek yürüyorlardı.”
 
Ayrıca öykü cahilliğin insanları ne denli körelttiği konusunu işlemesi yönünden de ibret veren öyküleri ile konu yönünden alakalıdır.  Nezle adlı öykü,  tebessüm ettirecek ilginç ve çarpıcı bir sonla bitmesi bakımından da dikkati çeker. Gözlemci bakış açısı ile yazılmış olan bu  olay hikayesi özellikle 1910 yıllardaki İstanbul’un sosyal, hayatı, ahalisinin zevk, eğlence, evlilik anlayışını, dönemin insanlarının ve halk tabakalarının giyimden kuşama tavır ve davranışlarına, eğlence biçimlerine ve  müzik aletlerine varıncaya kadar detaylar sunması bakımlarından da çok ilgi çekicidir.
 
NEZLE ÖYKÜSÜ METNİ
 
-Hüseyin Rahmi Beye.
 
Tek atlı arabasının pufla, ipek şiltesine uz kuş tüyünden, iri, pembe yastıklara dayanmış; gözleri açık, uyur gibi duran Masume Hanım, yoldan yaya geçenleri hiç görmüyordu. Ufuktan kırk elli mızrak boyu yükselmiş yakıcı güneşin, beyaz keten tenteden süzülen ince görünmez ışıklan sık kıvırcık kirpiklerini, kavuniçi başörtüsünün altın pullarını, erguvanî yeldirmesinin hâreli kıvrıntılarım yaldızlıyor, arabanın mavi perdelerini hiçbir rüzgâr kımıldatmıyordu. Bugün hıdrellezdi… Bütün halk Çırpıcı Çayırına akıyordu. Sucular, şerbetçiler, yemişçiler, kâğıt helvacıları; huupçular, oyuncakçılar, gazozcular, macuncular, simitçiler, şekerciler… Daha birçok ayak satıcıları, yolun fesli, takkeli, sarıklı, şapkalı, arakiyeli, yeldimeli, kavuklu çarşaflı alaca kalabalığına karışmış, bağırarak, alışveriş ederek yürüyorlardı. Gök bulutsuzdu. Hava o kadar sıcaktı ki… Yorulan irili ufaklı külhanbeyleri dinlenmek için bağdaş kurmuşlar, yazma mendilleriyle terlerini siliyorlar, geçenlerin arasından tanıdıklarına vakit vakit hep bir ağızdan,
– Uç baba torik! Diye bağırıyorlardı
Masume Hanımın arabasını çeken yağız at denizden çıkmış gibi sırılsıklamdı. Yelesinden, dizlerinden, kuyruğunun ucundan sular damlıyor, sırtından açık mavi bir duman tabakası kalkıyordu. Zavallı hayvan bir saattir, üç yüz okkadan fazla bir yükü sürüklüyordu. Dizginleri kullanan Himmet, çam yarması bir Anadolu uşağıydı. Dik yokuşlarda bile —ata yardım için— bir dakikacık olsun inmiyor, ha bire kamçıyı yapıştırıyor, yanından geçen çift atlı, narin hafif paytonlarla yanşa kalkıyordu. Hele ağırlığıyla yayları birbirine yapıştırarak hiç elastikiyetlerini bırakmayan Masume Hanım, Himmet’in iki misli kadardı. Aslında şişman değildi. Fakat o derece iri idi ki… Kafdağı’nın arkasından insanların içine gezmeye gelmiş bir dev padişahının kızı sanılacaktı. Bununla beraber ablak yüzü çok renkli, çok güzeldi. Al yanaklarından, kırmızı küçük dudaklarından sıhhat taşıyor, büyük siyah gözlerinde alevli kıvılcımlar parlıyordu. Çırpıcı Çayırının daimî seyircileri onu iyice tanırlardı. Daha arabasının yağız atım, mavi perdelerini uzaktan görür görmez,
— Hişt ulan! “Aydede” geliyor! Diye birbirlerine dürterler, seyretmeye hazırlanırlar, soğuk, tatsız, münasebetsiz laflar atarlardı.
Bugün sıcağın tesirinden mi, Hıdrellezden mi, her nedense, seyirciler arsızlık için çayıra varmasını beklemediler. Daha yolda tacizliğe başladılar:
— Ah anam, yıkıl da altında kalayım!
— Karnıma bas da, canım ağzımdan  ‘ah” çıksın.
— Kaymak mısın, mübarek!
— …Bakayım da hiç olmazsa gözüm doysun!
— Muşamba değil, sana cam fener, cam fener
— Uç baba torik!
Vesaire vesaire…
Masume Hanım, her vakit kendini sinirlen yüzünü buruşturan bu münasebetsizliklerin hiçbirini duymuyordu. Bugün ruhunda bir üzüntü vardı. Gizli, derin, teselli kabul etmez bir matem canını sıkıyordu Çünkü işte, bu Hıdrellezle otuz dokuz yaşına girmiş bulunuyordu. Tam on seneden beri duldu. Ömrü bir rüya gibi geçiyor, günler, haftalar, aylar, yıllar bir saniye kadar hüküm sürmüyordu. Zengindi. On sene evvel ölen ihtiyar, inmeli kocasından Edirnekapı’sında koca bir konak, birçok mal, bir han, iki hamam kalmıştı. Ah, işte on senedir tekrar varacak boyu boşuna uyar, hotozu hotozuna uygun bir adam bulamamıştı. Kendini isteyenler hep cılız, sıska, ihtiyar, bunak adamlardı. O genç, dinç, kendisi kadar kuvvetli bir koca istiyordu.
 
Bu, vardığı zaman canlı bir ölüye benzeyen eski kocasının daha sağlığında uzun uzadıya kurduğu bir emel, bir arzuydu. Bu, onun en samimi, en azgın bir emeliydi. Ama böyle bir bey, bir efendi çıkmıyordu. Üç bin şu kadar gün kısmetini bekledi. Adaklar adadı. Bakıcılara, niyet kuyularına, Tezveren Dede’ye gitti. İstediği bir türlü gelmiyordu.
Araba birdenbire sarsıldı. Masume Hanım daldığı hülyalardan uyandı. Etrafına bakındı. Yolun üzerindeki bir sel yarıntısını geçmişlerdi, Himmet atı kırbaçlıyor, alabildiğine,
— Deh, deh… Diye bağırıyordu.
Bu ne kalabalıktı, Yarabbi! Kadın erkek, çoluk çocuk, redingotlu, lalalı, atlı, arabalı, hatta bisikletli bir sürü! İğne atılsa yere düşmeyecek… Laternaların, zurnaların, çifte naraların, çiğ san basmadan şalvarlı, göbek atan, hampur çeken Çingene kadınlarının uğultusu bütün yüreğini sıktı:
— Himmet! Çırpıcı’ya değil, Çıfıt Burgaz’a sür! dedi.
Sağa giden bir yola saptılar. Tarlalar yemyeşildi. Ufkun nihayetinde ağaçlıklar görünüyordu. Ama caddeden uzaklaştıkça, yolun gürültüsü azalıyor, hafif bir uğultu haline giriyor, tarla kuşlarının cıvıltıları işitiliyordu. Yakmadan kavuran bir ilkbahar sıcağı Masume Hanıma fena tesir etti. Bütün vücudundaki kanlar altüst olmuş taşmak istiyor, kulakları çınlıyor, gözlerinin önünde kırmızı kımızı, menekşe renginde noktalar dolaşıyordu. Evet, otuz dokuz yaşında idi… Böyle kukumav gibi, yapayalnız yaşadıktan sonra, paranın, rahatın, malın, mülkün ne önemi vardı? Kısmetini bekleye bekleye nihayet ihtiyarlayacak, şimdi kalbini böyle şiddetle çarptıran bu tatlı ateş, bu arzu, bu heves ‘sönmeyecek miydi? Daha kısmetini ne kadar bekleyecekti… İşte tam on sene… Artık böyle kısmetini bekleyeceğine… İçinden, “Kendim arasam…” dedi. Arabayı tekrar Çırpıcı’ya çevirtmeyi düşündü. İri, kuvvetli, genç, dinç bir adam bulacaktı. Allah’ın emriyle peygamberin kavliyle… “Varsın bey, efendi olmasın!”  Omzunu silkti. Gözlerini güneşin altında dalardan geçirdi. Himmet’e,
— Çırpıcı’ya dön… Diyecekti.
Ağzını açamadı. Birdenbire kalbi hızla çarptı.  İşte onun kısmeti ta ayağının dibinde değil miydi? Hatta biraz ayağım uzatsa bu kısmete dokunabilecekti. Himmet’in terle parıl parıl parlayan ensesine dikkatle baktı. Saydı. Tam beş kattı. Tıpkı bir boğanın boynuna benziyordu. Geniş omuzları, kalın kabarık pazuları, mavi çuha cepkenini yırtacak gibi geriyordu.
Yavaş bir sesle,
— Himmet! Dedi.
— Efendum.
— Sen kaç yaşındasın?
— On dokuz yaşındayım efendum!
On dokuz, otuz dokuz!
 
Tam kendisinden yirmi yaş küçüktü. Ama ne önemi vardı? Kadıköy’ündeki zengin akrabalarından Gülsüm Hanım aklına geldi. 0 da kendisinden yirmi beş yaş küçük olan arabacısını sevmiş, nikâhla varmış, arabacıyı giydirmiş kuşatmış âlâ bir bey yapmıştı. Bu adam, Gülsün Hanımın parasını yemek şöyle dursun hatta işleterek arttırmıştı. Şimdi büyük bir tüccar Ama… Fakat… Herkes ne diyecekti?
— Masume Hanım uşağına varmış!
Ne derlerse desinler… İnsanın böyle genç, dinç h, canlı bir kocası olduktan sonra… Himmet onun yalnız uşağı, yalnız arabacısı değil, aynı zamanda aşçısıydı da, ölen kocasından kendisine mallarla beraber cimrilik de kalmıştı. Orta hizmetini bile Himmet’e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu. Şimdi bu kadar çalışkan, bu kadar masrafı az, faydası çok bir delikanlı kocası oluverirse ne lazım gelirdi? Evet, Himmet, ne emrederse, itirazı aklına getirmeden, hemen yapardı. Fakat nasıl, “Beni al!” diyecekti. Başkasıyla söyletse… Kiminle? Masume Hanım, al dudaklarını ısırarak iri, tombul elleriyle gür saçlarını düzeltti. “Kendim söylesem…” diye düşündü. Ama nasıl? Araba tenha, düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif bir rüzgâr esiyordu. Himmet’i yavaşça açmalı, gönlünü gıdıklamalıydı. Masume Hanım içinden, “O vakit, o bana yalvaracak,” dedi.
— Himmet!
— Efendum?
— Yüzünü bu tarafa dön.
— Başüstüne efendum.
— Sen türkü bilir misin hiç?
— Hiç bilmem efendum.
— Ulan Himmet, senin gözlerin ne kadar güzel?
— Anamın gözlerine benzer, efendum.
— Kaşların ne kadar güzel?
— Halamın gaşlarına benzer, efendum.
— Yanakların ne al?
— Sayenizde efendum, yiyoruz, içiyoruz… Al olmasın mı?
— Sen gece hiç rüya görür müsün ulan?
— Rüya ne efendum?
— Düş…
— Hiç görmem, efendum.
— Yatınca hemen uyur musun?
— Uyurun, efendum.
 
— Uyumazdan evvel, yahut uyanırken aklına şey gelmez mi?
— Memleket gelür, anam gelür, babam gelür, efendum.
Araba iki tarafı ekilmiş tenha yolda ilerliyor, Masume Hanım, Himmet’le konuşuyor, bin dereden su getiriyor, onu açamıyordu. Aklında anasıyla memleketten başka hiçbir şey yoktu. Yarım saat sonra Çıfıt Burgaz Çiftliğinin sınırına girmişlerdi. Masume Hanım nihayet dayanamadı. Himmet’i açmaya uğraşmaktan vazgeçti. Birdenbire kendi alabildiğine açıldı:
— Ulan, ben güzel miyim? Dedi.
— Allah bağışlasın efendum.
— Hoşuna gidiyor muyum?
— Bilmem, efendum.
— Nasıl bilmezsin ulan?
— Bilmem efendum, hoşuna gitmek nedir ki? Be ne bileyim, efendum.
Bu dangalağın hiçbir şeyden haberi yoktu. Bundan açık söylenebilir miydi? Masume Hanım, “Bari Çırpıcı’ya döneyim!” diye düşündü. Çiftliğin kenarından geçiyorlardı.
— Haydi çabuk, Çırpıcı’ya çek… -diye haykırdı.
Sinirlenmişti. Caddeyi döndüler. Bu sefer yukarıdaki yolu takip ediyorlardı. Öbek öbek yığılmış gübre piramitlerinin üstünde tavuklar eşiniyor, harap ahırların önünde dilleri dışarıda, san, iri köpekler dolaşıyordu. Araba bozuk kaldırımların üstünde sallanıyor, devrilecek gibi oluyordu. Siyah bir ağılın yanından geçtiler. Himmet, habire atma kamçıyı yapıştırıyordu. Masume Hanımın masum gözleri çitlerin arasında ansızın bir şeye ilişti:
— A!… -dedi.
“İşte Himmet’e laf açmak için bir fırsat” diye düşündü. Gülümsedi. Sonra ciddiyetle bağırdı:
— Himmet, koş, şu hayvancağızı kurtar.
— Neyü, efendum?
Etrafına bakıyor, kurtaracak bir şey göremiyordu.
— Ulan, çitin arkasına bak.
— Hangi çitin?
— İşte ulan!… Hınzır öküz, zavallı ineği dövüyor. Haydi koş, diyorum.
Himmet başım salladı:
— Öküz onu dövmüyor, efendum.
— Ne yapıyor?
— Yavrulatıyor, efendum.
— Git, kurtar, diyorum, zavallı inekçik bakalım yavrulamak istiyor mu?
— İster efendum.
— Ne biliyorsun?
— Öküz, onun istediğini anlar efendum.
— Nasıl anlar?
— Gohusundan efendum.
— Evet, efendum.
Araba, sendeleye sendeleye çitin önünden uzaklaştı. Yol yine düzelmişti. Gübre çeşnili bir rüzgâr dalgalanıyor, Masume Hanımın genzine hapşırtacak derecede keskin bahar kokulan kaçıyordu. Dayanamadı:
— Ulan Himmet, senin nezlen var, dedi.
— Yoh, efendum.
— Var ulan, var.
— Yoh, efendum.
— Var ulan, o çitteki öküz kadar kokudan anlamıyorsun.
— Hiç gohu yok, efendum.
— Başka bir şey anlamıyor musun ulan?
— Anlamayon efendum.
— Tüh, Allah belam versin, ayı!
Araba Çırpıcı Çayırına doğru koşuyordu. Masume Hanım, talihsizliğin karanlık hatırası içinde doğan yeni hülya aydınlıklarına dalmıştı. Himmet, habire kamçısını şaklatıyor, “Acaba at zora gelip bir halt etti de ben duymadım mı?” diye düşünüyor, hanımının kendisini niçin azarladığına bir türlü akıl erdiremiyordu.
 
 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar