26.10.2019
Yalnız Efe Ömer Seyfettin
Yalnız Efe, Ömer Seyfettin'in ikahramanlık konulu ve ilk kez 25 Nisan 1918 ’de Yeni Mecmua dergisinde yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
Maupassant Tarzı Olay Hikâyeciliğinin temsilcisi olan Ömer Seyfettin Diyet , Kütük , Efruz Bey , Vire , Büyücü, Forsa , Teselli , Başını Vermeyen Şehit , Ferman , Fon Sadriştayn’ın Oğlu , Kurumuş Ağaçlar , gibi öykülerinde de olduğu gibi özellikle kahramanlık konulu öyküleri tanınmıştır.
Yalnız Efe adlı öyküsü Ömer Seyfettin’in hem kahramanlık konulu hem de kahramanlarını idealize ettiği öykülerinden biridir. Yazar bu öyküsünde erkek kılığına girmiş kadın bir kahramanın kahramanlıklarını anlatmaktadır.
Ömer Seyfettin’in kahramanlık konulu bu öyküsünü nispeten kendi çağına yakın bir zamanda geçmiş bir öykü olarak anlatmış, bu öyküsünün konusu kahramanlık olduğu halde Osmanlının parlak günlerindeki bir öykü olarak ele almamıştır.
Yalnız Efe adlı öyküsü Türk Edebiyatının kuşkusuz ki en çok okunan hikâye yazarı Ömer Seyfettin’in en güzel öykülerinden biridir.
ÖYKÜ KARAKTERLERİ
KEZBAN: Hikâyenin ana kahramanıdır. Uğradığı haksızlıklara savaş açarak dağa çıkar ve babasının intikamını alır. Sonra da haksızlıklara uğrayanların yanında yer alarak kötülerle savaşır. Yalnız başına yaşadığı için Yalnız Efe olarak anılmış, askerleri vurmamak için de sır olmuştur.
ESEOĞLU: Köylüleri borçlandırarak hükmü altına alan merhametsiz biridir. Devblet güçlerini de arkadsanıa alarak insanlara zulüm eden bu adam yalnız Efe Kezban’ın da babasını öldürtmüştür. Kezban onun yüüznden dağa çıkmış ve en sonunda da Kezban tarafından öldürülmüştür..
YÖRÜK EFE: Yalnız Efe’nin Eseoğlu tarafından öldürtülen babasıdır.
Öykünün Konusu
Haksızlığa uğrayan ve hakkını sonuna kadar arayan erkek kılığına girmiş bir kadın Efenin haksızlıkla olan savaşını dile getirmektedir.
Yalnız Efe Özeti
Yörük Hoca diye anılan bir adam tefecilik yapan Eseoğlu’nun köylüleri soyup soğana çevirdiği işlerine karşı gelir. Eseoğlu köylüleri borçlandırıp faizleri de katlayarak köylülerin mallarını mülklerini elerlinden almakta ve topraklarının da üstüne konmaktadır. Kendisine karşı gelenleri de eşkıya olarak ilan ettirip elde ettiği kolluk güçlerine yakalattırıp içeri attırmaktadır.
Yörük Hoca bu nedenle Eseoğlu’na karşı gelerek köylülerin hakkını aramaya çalışır. Eseoğlu, Yörük Hoca’dan borç para ister ve Yörük Hoca da alnın akı ve emeği ile kazandığı parayı ona vermek zorunda kalır.
Ama Yörük Hoca parasını isteyince Esoğlu ona bu parayı vermez. Hatta parasını istemeye giden Yörük Hoca, Eseoğlu’nun adamları tarafından öldürülür. Babasının öldüğün duyan kızı Kezban babasının neden ve kim tarafından öldürüldüğünü araştırıp öğrenir. Yapılan haksızlık karışsında her yere başvurur ama hiçbir sonuç alamaz.
Adaletten ümidini kesen Kezban bunun üzerine dağa çıkar. Bir süre sonra Eseoğlu’nu görür ve babasının intikamını alır. Artık hayatını haksızlıklarla mücadeleye adayan birisi olmuş ama peşine düşen askerleri öldürmemek için de sır olmuştur.
Yalnız Efe Öyküsünün Metni
Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzun Kum dere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.
-Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi pembeleşti:
-Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.
-Ha biraz gayret! Yarın başına bir çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
– …
Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:
-İşte yarın başı! Dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:
-Yak bir cigara bakalım!
Ağır bir tavırla:
-Burada tütün içilmez, dedi.
Sordum:
-Niçin? Namazgah mı burası?
-Hayır!
-Ya ne?…
Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
-Burası Yalnız Efenin “sır olduğu” yerdir, dedi.
Serin bir rüzgâr yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikâyelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
-Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim? nasıl sır oldu? Dedim.
İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri ela gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
-Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.
-Niye gözükmezdi?
-Çünkü kızdı.
-Kız mıydı?
-Evet.
Hayretim boşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kut sayan her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikayesine devam etti:
“Dağa çıktığı zaman daha on altı yaşındaymış. Babası gençliğinde bize köye göçmüş, kızından başka kimsesi yokmuş.
“Bu adam, bir gün nasılsa Ese oğlunun çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler. Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. “Babamı vuran filandır, tutun!” Der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazım varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona “işte bunlar da şahit olsun sen bu gün babamı vuranı tutmazsan ben seni öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar, Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur…
Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer, hemen orada can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete Yörük’ün davasını hasıraltı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.
Bu efe tek başına. Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş, gözünü açmayan erkeğe; “size zulüm eden kim? rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan kaza da kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlara haber gönderir, “filan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş, peri gibi güzelmiş…
Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse alamaya cesaret edemezmiş.
Yalnız Efe’ den kimsenin şikâyeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camisine bakmayan köye haber gönderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.” dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş, öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılı imiş. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
“Uzatmayalım… İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumlar’ın izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Boz dağı’na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler. Yalnız Efe: “siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “asker kardeşler, bırakın beni sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca:”asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yoğum, ateşi kesin, yürüyün buluşun!” diye haykırır. Bir zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
“O vakitten beri Yalnız Efeye rast gelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”
Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kâbus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
-Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı… Dedim.
-Hâşâ! Tövbe! O Allah’tan korkardı. Dini bütündü, diye reddetti.
-Ee, havaya uçmadı ya!
-Sır oldu!
Gülerek sordum.
-Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla
-Ne bilmeyeceğim, sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi.
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın