Ayna Öyküsü Üzerinden Çehov Tarzı Öykücülük

24.12.2019

 
 
 Ayna adlı öykü Anton Çehov’un ( 29 Ocak 1860, Taganrog, Rusya Ölüm tarihi ve yeri: 15 Temmuz 1904 )  ilkyazım tarihi 1885 yılı olan bir öyküsüdür.
 
Vaka planının veya olayın bir önemi olmadığı başı sonu ve çözümü belli olmayan öyküler yazan Anton Çehov’un bu öyküsü aynaya bakan bir kadının kocası ve kendi hayatı ile ilgili düşündükleri ve sonunda elindeki aynayı yere düşürmesi arasındaki kısa bir anı anlatır.  Kadının aynaya bakarken içinden geçirdiği hayaller öykünün gövdesini oluştururken kocasının hastalanması ve kadının doktor aramaya gitmesi gibi olayların aslında kadının vehimlerinin sonucu olduğu anlaşılır. Öykü de son olarak anlatılan şey öykünün sonu değildir. Esasında anlatılan hiçbir şey de gerçekleşmemiştir.  Olan biten tek şey aynaya bakan kadının kafasından geçen kocasının hastalanması ve ölmesi ni hayal etmesi sonrasında kadının elindeki aynayı düşürüp aynanın kırılmasından ibarettir.   Hikayede anlatılanlar kadının hayatı ve  kocası hakkında kurduğu olumsuz hayallerden ibarettir.   
 
Ayna adlı öykü Çehov’un öykü tarzı için oldukça güzel bir örnek olmaktadır.  Çehov’un öykülerinde başlayıp, gelişen ve biten düzenli bir vaka gelişimi bulunmaz.  Hayatın bir kesitinden görülen anlık bir durum, bir resim, bir ayna, bir görüntü, akla bir anda gelip geçiveren yaşamla ilgili bir kesit,  öykülerinin konusunu teşkil eder.  
 
Bu bakımdan Ayna adlı öykü Cehov tarzı olarak anılan öykü tarzının tipik bi örneğidir.   Öykü sadece bir anda olup bitiveren ve o anda akla gelip geçenlerin anlatıldığı bir anlık bir kesite dayanmaktadır.
  Vaka, merak ve heyecandan çok duygu, düşünce ve hayallerin öne çıktığı bu öyküde en önemli unsur öykünün dayandığı düşünce olmaktadır.  Hikâyede anlatılan olaylar aslında olmadığından asıl ortaya çıkan şey tüm bunların bir gün olabileceği bu öykünün eninde sonunda böyle biteceğidir.
 
Öyküde anlatılanların vardığı asıl şey ise öykünün ana fikir cümlesinde belirir. “O güne değin kocasıyla birlikte sürdürdükleri yaşam yalnızca bu ölüme aptalca, saçma sapan bir hazırlıkmış gibi gelir.”
 
 Kendi adı ile anılan  bu öykü  tarzını  geliştiren Anton Çehov’,  Çehov Tarzı öykücülüğü  denilen bu tarz öykülerin kuramcısı kabul edilir.  Bu öykü tarzının Türk edebiyatındaki en mühim temsilcileri de Sait Faik ile Memduh Şevket Esendal olmaktadır.

 “Ayna” Anton Çehov’
 
Yılbaşı gecesi. Çiftlik sahibi generalin gece gündüz evlenmekten başka bir şey düşünmeyen genç, güzel kızı Nelli yorgun, yarı kapalı gözlerle odasında aynaya bakar. Soluk, gergin yüzü elindeki ayna gibi kıpırtısızdır.
 
Aynadaki gerçeğe pek benzemeyen görüntü, aslında yüzünün, elinin, ayna çerçevesinin ve dizi dizi mumların aynada yansımasından başka bir şey olmayıp dar bir koridor gibi derinlere doğru uzayıp gider; bir sis bulutu içinde sonsuzluğa uzanan kurşun rengi, bir deniz havası verir. Bu deniz dalgalanıyor, hareleniyor, arada bir tan kızıllığına bürünür.
 
Nelli’nin kıpırtısız gözlerine, açık ağzına bakarak onun uykuda mı, yoksa uyanık mı olduğunu anlamak güç; gene de birinin gülümsemesini, gözlerinin yumuşak, tatlı bakışlarını görür; ardından, dalgalanan kurşun rengi zemin üzerinde yavaş yavaş bir erkeğin başı, sonra yüzü, sakalı, kaşları belirir. Sonu gelmez düşlerinin, umutlarının konusu olan adam bu işte. Nelli’nin alın yazısı olan bu adam onun her şeyi: yaşamının anlamı, mutluluğu, geleceği, talihi, her şeyi… O olmasa kurşun rengi zemin tümüyle karanlık, boş, anlamsız kalırdı. Bunun içindir ki, karşısında tatlı tatlı gülümseyen, yakışıklı erkek yüzünü görünce büyük bir mutluluk; ne sözle ne de yazıyla anlatılabilen sarsıcı, tatlı bir heyecan duyar. Aynaya baktıkça erkeğinin sesini işitir; birlikte aynı çatı altında yaşadıklarını, yaşamının onunkiyle her gün biraz daha kaynaştığını düşler. Kurşun rengi zemin üzerinde aylar, yıllar akıp gider; Nelli geleceğini açıklıkla, tüm ayrıntılarıyla görür.
 
Bununla da kalmayıp aynada … Kurşun rengi zemin üzerinde görüntüler ardı ardına değişir. Nelli soğuk bir kış gecesi, ilçe hükümet tabibi Stepan Lukiç’in evine gidip kapısını çaldığını hayal eder. Avlu kapısının arkasında bir köpek, hırıltılı sesiyle tembel tembel havlamaktadır.. Doktor’un penceresinde ışık yok, her yer sessizlik içinde.
 
“Tanrı aşkına… Tanrı aşkına açın!” der Nelli.
 
Avlu kapısı sonunda gıcırdayarak açılır, Doktor’un aşçısı olan kadın çıkar dışarıya.
 
“Doktor evde mi?” diye soruyor Nelli.
 
Aşçı kadın, efendisini uyandırmaktan korkuyormuş gibi kolunu ağzına dayayarak, “Uyuyorlar,” diye fısıldar. “Salgın hastalıkla savaştan yeni döndüler. Uyandırmamam için sıkı sıkı tembih ettiler.”
 
Nelli, aşçı kadını dinlemez, onu eliyle iterek çılgın gibi Doktor’un evine dalar. Karanlık, havasız birkaç odayı geçip yolunun üzerinde birkaç sandalyeyi devirdikten sonra yatak odasına girer. Stepan Lukiç yalnızca ceketini çıkarmış, sokak giysisiyle olduğu gibi yatağında yatmakta, dudaklarıyla avucuna hohlamaktadır. Yanındaki komodinin üstünde kısık bir gece lambası yanar… Nelli tek söz etmeden bir sandalyeye çöker, ağlamaya başlar. Tüm bedenini sarsan, acılı bir ağlama tutturur. Sonunda dayanamayıp, “Kocam… Kocam hasta!” diyebilir.
 
Stepan Lukiç’ten çıt yok. Ama ağır ağır yataktan doğrulur, başını eline dayadıktan sonra konuğuna uykulu, kıpırtısız gözlerle bakar.
 
Hıçkırıklarını güç tutan Nelli, “Kocam hasta!” diyor bir daha. “Tanrı aşkına gidelim! Çabuk! Mümkün olduğu kadar çabuk!”
 
Doktor, avucuna hohlayarak, “Ne?” diye homurdanır.
 
“Gidelim, ne olur! Hemen gidelim! Yoksa… Yoksa… Söylemeye dilim varmıyor. Tanrı aşkına gidelim!”
 
Nelli yüzü solgun, bitkin bir durumda, gözyaşlarını tutarak kocasının birdenbire hastalandığını, o yüzden büyük bir korkuya kapıldığını soluk soluğa anlatır. Acıları, bir taşı bile merhamete getirebilir, gel gelelim Doktor ona hâlâ bön bön bakıp avucuna hohlar, yerinde put gibi durur. Sonunda şöyle mırıldanır: “Peki, yarın gidelim…”
 
Nelli korku içinde, “Olmaz!” diye bağırır. “Biliyorum, kocam … Tifoya yakalandı! Hemen, şimdi gitmemiz gerek!”
 
Doktor gene mırıldanır: “Şey… Ben de yeni döndüm… Üç gündür salgın hastalıklarla boğuşuyorduk. Hem yorgunum hem de hasta… Kesinlikle gidemem! Hastalık bana da geçmiş olabilir… Bakın!”
 
Bunları söylerken Nelli’nin gözüne termometreyi dayar. “Oturacak durumda bile değilim. Bağışlayın beni, yatıp dinleneceğim…”
 
Yeniden yatağına uzanır. Nelli umutsuzluk içindedir.
 
“Size yalvarıyorum, Doktor!” diye inler. “Tanrı aşkına yardım edin bana! Son bir çaba gösterin de gidelim. Emeğinizin karşılığını veririm.”
 
“Aman Tanrım! Dedim ya, gidecek durumda değilim. Ah!”
 
Nelli yerinden fırlayıp ayağa kalkar, odada sinirli sinirli dolaşmaya başlar. Bütün istediği, Doktor’a her şeyi anlatmak, durumunu onun kafasına sokmak! Doktor, kocasını ne denli sevdiğini, şimdi ne denli mutsuz olduğunu anlasa yorgunluğunu da, hastalığını da unutur sanır. Ama istediği gibi anlatamaz bir türlü.
 
Stepan Lukiç’in, “Çiftçiler Birliği doktoruna gidin,” dediğini işitir bir ara.
 
“Gidemem!.. Buradan yirmi beş kilometre uzakta oturuyor. Hem zamanım kıt, hem de atlar o uzun yola dayanamaz. Bizden burası kırk kilometre tuttu, bir o kadar da Çiftçiler Birliği doktorundan eve… Hayır, olacak şey değil! Gidelim, Stepan Lukiç! Sizden özveri bekliyorum, gösterin yiğitliğinizi, acıyın bana!”
 
“Hay, lanet olsun!.. Ateşim var, diyorum, başım ağrıdan zonkluyor ama laf anlatamıyorum ki!.. Gidemem! Rahat bırakın beni!..”
 
“Ama hastaya gitmek sizin göreviniz. Gitmemezlik edemezsiniz. Sizin bu yaptığınız düpedüz bencillik. İnsan bir başkası için özveride bulunabilmeli. Oysa siz gitmek istemiyorsunuz. Sizi mahkemeye vermekten başka çıkar yol yok!”
 
Nelli, pek hoş olmayan ve Doktor’un hak etmediği bir yalan kıvırdığının farkındadır; öte yandan kocasının kurtuluşu için mantığı da, nezaketi de, başkasına acıma duygusunu da bir yana bırakmaktan başka çaresi yoktur… Verdiği gözdağına karşılık Doktor hırsla bir bardak soğuk su içer… Zavallı Nelli! Yeniden bir dilenci gibi yalvarmaya, acındırmak için dil dökmeye başlar… Doktor sonunda razı olur. Ağır ağır yerinden doğrulur, gerinir, oflayıp puflar, ceketini arar…
 
Nelli ona yardım ederek, “İşte ceketiniz!” der. “İzin verin de ben giydireyim. Tamam… Gidelim artık. Emeğinizin karşılığını alacaksınız… Ömrüm oldukça minnettar kalacağım size.”
 
Ne sonu gelmez işkence! Doktor ceketini giydikten sonra gene yatar yatağına. Nelli onu kaldırıp hole götürür… Orada lastik ayakkabılarıyla, kürküyle bir sürü uğraş, sıkıntı! Bu sefer de şapka yok ortada… En sonunda Nelli, arabanın içinde bulur kendini. Yanında da Doktor… Geriye kırk kilometreyi aşmak kalmaktadır. Böylece kocasına tıbbın yardımı ulaşacak. Her taraf zifirî karanlık, göz gözü görmez… Soğuk bir rüzgâr bıçak gibi keser insanı. Tekerlerin altında donmuş toprak tümsekleri var. Arabacı ikide bir arabayı durdurur, gideceği yolu kestirmeye çalışır…
 
Nelli ile Doktor, yol boyunca susar. Korkunç derecede sarsıntılı bir yolculuk bu. Ancak onların ne soğuğu hissettikleri var, ne de sarsıntıyı…
 
Nelli, “Çabuk sür arabacı!” diye sıkıştırır bir yandan.
 
Sabahın üçüne doğru bitkin atlar, evin avlusuna yaklaşır. Nelli, avlu kapısını, tapıncaklı kuyuyu, sıra sıra dizili ahır ve ambarları görür. Eve gelirler en sonunda…
 
Stepan Lukiç’i yemek odasındaki kanepeye oturtan Nelli, “Bir dakika, ben şimdi gelirim,” der. “Siz biraz dinlenin, ben hastanın durumuna bakıp geleyim…”
 
Nelli bir dakika sonra kocasının yanından döndüğünde Nelli Doktor’u yatmış bir halde bulur. Doktor kanepeye uzanmış, bir şeyler mırıldanmakta.
 
“Doktorcuğum, buyurun içeri.”
 
“Domna’ya sorun, Domna’ya!” diye saçmalar Doktor.
 
“Ne?”
 
“Toplantıda söylemişlerdi… Vlasov söyledi… Nedir o? Kimsiniz?”
 
Nelli korku içinde, doktorun da kocası gibi sayıkladığını anlar. Şimdi ne yapmalı?
 
Kararını verir hemen: “Çiftçiler Birliği doktoruna gitmeli!”
 
Sonra gene karanlık, keskin soğuk, rüzgâr, donmuş toprak tümsekleri. Ruhu da, bedeni de sızılar, ağrılar içinde. Kalleş doğanın, çektiği bu acıların karşılığını ödemeye ne gücü yeter ne de onu kandırmak için bir çaresi vardır.
 
Nelli aynanın kurşun rengi yüzeyinde, kocasının her bahar borç karşılığı çiftliğini ipotek ettiği bankaya borç taksitlerini ödemek için para aradığını görür. Ne onun gözüne uyku girmektedir ne de Nelli’nin. İcra memurunun gelişlerini savuşturmaya çalışırken ikisi de başları çatlayıncaya dek bir çare düşünür.
 
İşte, çocuklarını görür. Üşütmeler, kızıl, kuşpalazı gibi hastalıklar, okulda aldıkları sıfırlar, ayrılıklar… Beş-altı yumurcaktan biri yüzde yüz ölecek…
 
Kurşun rengi zemin, ölümlerden de uzak değildir. Ölüm en doğal şeydir. Ama karıkoca aynı zamanda ölmezler ki… İkisinden biri mutlaka öbürünün öldüğünü görecektir. Nelli, kocasının nasıl öldüğünü gözlerinin önüne getirir. Bu korkunç felaket tüm ayrıntılarıyla gözükür ona. Tabut, mumlar, zangoç, hatta tabutçunun bıraktığı çamurlu ayak izleri gözlerinin önünde canlanır. Ölen kocasının yüzüne şaşkın gözlerle bakarak, “Bütün bunlar niçin? Neden böyle oluyor?” diye sorar kendi kendine.
 
O güne değin kocasıyla birlikte sürdürdükleri yaşam yalnızca bu ölüme aptalca, saçma sapan bir hazırlıkmış gibi gelir.
 
Tam o sırada elinden düşen bir şey “çat” diye yere çarpar. Nelli irkilir, sıçrar, gözlerini kocaman kocaman açar. Bir aynanın ayaklarının dibinde, öbürününse eski yerinde, masada durduğunu görür. Alıp bakıyor aynaya. Solgun, ağlamış bir yüz görür aynada. Kurşun rengi zemin yok olup gitmiştir.
 
Hafifçe içini çekerek, “Galiba uyuyakalmışım,” diye düşünür.
 
1885
 
Anton Çehov

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar