Çehov Tarzı Durum Kesit Hikayeciliği ve Örnekleri

26.02.2013

 

 

 

 ÇEHOV TARZI ÖYKÜCÜLÜK 

 

 ÇEHOV TARZI ÖYKÜCÜLÜK 
 
19 yy’ın iki büyük öykücüsü, öykücülük alanında iki ayrı öykü tekniğinin oluşmasını sağladı.  Birisi Fransız öykücü Guy de Maupassant, diğeri Rus yazar Antuan Çehov olan bu iki yazar dünya edebiyatındaki belli başlı iki tarzı meydana getirmişlerdir.  Bu nlar Maupassant’ın tarzı olan Olay hikâyeciliği ile  Antuan Çehov tarafından oluşturulan “ Durum veya kesit “ hikâyeciliğidir.
Maupassant Tarzı‘nın önerdiği şekil klasik öykücülüğün sistemli hale getirilmesidir.. Öyküde olay esastır.  Zaman, mekân ve kişi unsurları bu esasa bağlı olarak ve vakanın anlatılmasının gerektirdiği şekliyle öyküde önem kazanır. Olay öykücülüğü vakanın serim düğüm çözüm bölümlerinde olması gereken aşamalar içinde ve nasıl biteceği merak ettirilecek bir plan içinde sıralanır. Öykünün tez düşüncesi, ana fikir, olayın oluş ve bitişinden çıkartılan bir düşünce olarak belirlenir. Maupassant tarzı hikâye ya da olay hikâyeciliği olarak adlandırılmıştır.[1] Olay hikâyesi, belli bir olayın etrafında gelişir. Hikâyede asıl olan "olay" dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü hikâyedeki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak çizilir.[2]
 
Durum veya kesit hikâyeciliği denilen Cehov tarzı hikâyede ise olay önemsiz bir hale gelir. Daha doğrusu serim düğüm çözüm şeklinde sıralanan bir olayın anlatımı öykünün temeli değildir.  Bu tarz hikâyelerde bin anlık bir düşünce, durum, akla gelen bir imge, ya da hayatın veya o anın içinde oluşan bir kesit öykünün temelini oluşturur. Başlayıp düğümlenen ve çözülen bir vaka değil, günlük yaşamın her hangi bir kesitini ele alıp anlatan öykülerdir. Böyle olunca olay hikâyeciliğindeki Serim, düğüm, çözüm planına uyulma amacı ortadan kalkar. Bir çözüm olmayınca öykünün belli bir sonu da yoktur.  
Olay Hikâyeciliğinde merak ve entrika öykünün hareket ve odak noktasıdır. Kesit öykücülüğünde merak ve heyecandan çok duygu, düşünce ve hayaller önem kazanır. Hikâyede asıl olan şey  "olay" olmadığından ya da aşamasına göre takip edilip bitirilen bir vaka olmadığından hikâye, bittiği zaman her şey de bitmiş değildir. Aksine, Hikâye, asıl bundan sonra başlıyor demektir. Zira kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda ve yargılarda kesinlik hâkim olmadığı, ortaya çıkan bir netice bulunmadığı için öykü okurların açısından bitmemiş bir durum olarak kalır.  
 
Bu öykücülük tarzında kişiler kendi doğal ortamlarında hissettirilir. Olayların ve durumların akışı anlatıcının bakış açısından belli bir yön kazanırken okurlarından arzu ettiği gibi yön vermelerine olanak tanır. Yargılar, çıkarımlar kesinlik taşımaz. Anlatıcı konuya kendi açısından baktığını ve yorumladığını belli eder. Okura belli bir son, düşünce veya sonuç da telkin etmez. Bu konuda bu kahraman şöyle düşündü davrandı edası içindedir. Ortaya atılan durum ve kesit hakkında okurun özgürce ve kendince yorumlar yapmasına olanak verecek bir yaklaşım sergilenir.  Sonuç okuyucunun hayal gücüne bırakılır.

Çehov tarzı hikâyenin başlangıcı ve sonu yoktur. Esasında başlangıç bir obje, akla gelen bir soru, çok basit, çok sıradan gündelik bir hal içinde ve bir anda akla gelen bir soru vb dir. Bu esasa dayalı ortaya çıkan konu üzerinde gelişen hayaller, düşünceler, durumlar yorumlamalar vb  bir düğüm hâlinde veya  olay örgüsü içinde verilmez.  Böyle olunca aksiyon halinde devam eden bir vaka ortada yoktur.  Aktarılan ve izlenen bir aksiyon olmayınca kişilerin karakterleri, tavırları ve hareketlerine izahat getirecek olan fiziki betimlemelere ihtiyaç kalmamaktadır. Öyküdeki Kişilerin fiziki yapıları önemsiz kalırken o andaki yorumları, durumları, sosyal hayatta karşılaştıkları sorunları, tutum ve tavırları önem kazanır. Bu yüzden kişiler hakkında fazla bilgi verilmeden, anlatılmak istenen mesaj okuyucuya aktarılır.
 
Çehov tarzı hikâyede gerçek yaşam biraz daha soyut kalır. Esasında gerçek yaşamın kişilerin ruh haletline yansıyan,  soyut düşünceler oluşturan yanı öykü tarzının bahsidir.
Öyküde aktarılan durumlarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun hayal kurması devamlı hareket hâlindedir ve okurların kendilerine göre yorumlar yapmasına zemin hazırlanmıştır.
 
Çehov tarzı hikâye özenle seçilmiş merak edilebilecek olaylardan oluşmaz. Her zaman, her yerde ve her insanın yasayabileceği günlük hayat içindeki alelade durumlar öykünün çıkış noktasıdır.. “Okuyucuyu heyecana sevk edecek entrikalardan uzak durulur. Eğer büyük bir çatışma yaşanacaksa, bu kısım ya atlanır ya da özetlenir; gerilim bir hayli zayıftır.”
Bu tarz öykülerde öyküdeki bahsi ortaya çıkaran obje, nesne, durum kesit öykünün hemen başında ortaya çıkar.  Örneğin Sait Faik’in “ Sinagrit Baba“ a[3]dlı öyküsünde anlatıcı  Sinagrit balığından hareketle bu balığının hayatı hakkında bir takım hayaller kurar ve öyküsünü bu hayaller üzerinden anlatır.. Sinagrit balığı iri, güçlü, süslü, görkemli , zeki ve çok bilge  bir balıktır. Bu balık hayatını diğer balıkların hayatına çeki düzen vermek üzerine kurmuş ama çabaları hiç bir sonuç vermediğinden kendi soyunun ahmaklıklarından bıkmıştır. Bu nedenle artık, bir balıkçının oltasına takılıp intihar etmeye karar vermiştir. “ Çünkü bir kişinin çabasıyla dünya düzelmeyecektir.” Bari iyi bir adamın oltasına takılmak için oltaları koklayarak balıkçıların iyi veya kötü bir insan olup olmadıklarını anlamaya çalışır. Fakat oltacıların hepsinin kötü kalpli olduğuna hükmetmiştir. Bir oltacının iyi bir adam olduğu vehmine kapılarak onun oltasına tutulur. Fakat adamı görür görmez onun da haris, pis, içten pazarlıklı olduğunu görüp yanıldığını anlar. Bu öyküde anlatılanların o an içinde kurulan hayallerden oluştuğu okurlara ayan beyan belli edilmektedir.
Yalın olmak, abartıya ve ihtişama yer vermemek bu tarzın bir özelliği sayılabilir. Şaşalı olaylar, tumturaklı laflar, yüce duygular, abartılı coşkular bu tarz öykücülerin sevdiği şeyler değildir.  Aksine Gündelik hayatın doğallığı, kişilerin sıradan oluşu, vakaların basitliği bu tarzdaki öykülerin temel özelliği olmaktadır.  Maksim Gorki'nin de dediği gibi Çehov, "Hayatı boyunca hep kendi ruhsal bütünlüğü içinde yaşadı; her zaman kendisi olmayı, iç özgürlünü korumayı başardı. Başkalarının özellikle de daha kaba insanların Anton Çehov'dan beklediklerine hiç aldırmadı... Bu güzel yalınlığın içinde, kendisi de yalın, gerçek ve içten olan her şeyi sevdi ve kendine özgü bir güçle başkalarına da yalın olmayı öğretti."[4]Cehov’un bu ruh hali bu öykü tarzının tekniğine yansımıştır demek asla yanlış olmayacaktır.
Esendal’ın “ Mendil Altında “ adlı öyküsü de[5] Cehov tarzı öykücülüğün tekniğini ve yöntemini ifade açısından ilginçtir.  Öykü ekonomik yönden sıkıntıda olan, öğlen uykusuna yatan bir memurun sineklerden kurtulmak ve uyuklamak için yüzüne mendil örtmesiyle başlar. Gözlerini kapayan memur iş yerindeki sorunları tayin ve terfi ile ilgili anılarını darmadağınık bir şekilde düşünüp gözden geçirir. Adam bu düşünceler yüzünden uyumayı başaramaz. Mendilin yüze örtülmesi ile başlayan öykü, mendilin yüzden alınması ile son bulur
Örneklerde de görülebileceği gibi Çehov tarzı hikâyenin kahramanları özenle seçilmiş, idealize edilmiş kişiler değildir.  Onlar, ayrıcalıkları olmayan ve her zaman çevremizde görebileceğimiz insanlardır. Çehov tarzında çarpıcı kişiler değil, ama hayatın çarpıcı özellikleri vurgulanır.
Çehov'un öykülerinde devamlı ve güçlü bir ironi vardır. İnsanı her yönüyle yansıtır öykülerine ve hem iyi, hem kötü yanlarını gösterir. Hem burjuvazinin ikiyüzlülüğüyle, hem de köylünün maddiyata dayanan ve hislere pek yer vermeyen dünyasıyla çok keskin bir şekilde dalga geçer ve bunu da kendi yorumlarını eklemeden yaptığı için okuyucunun birçok şeyi net bir şekilde görmesini sağlar”[6]
Sosyal eleştiri yerli öykücülerimizin öykülerinde de ana malzemedir. Sait Faik’in bu tarz öykülerinde İroni zaman zaman karşımıza çıkabilen özelliktir. Fakat yerli yazarlarımızın Cehov tarzı öykülerinde, mizah güçlü bir öğe değildir.  Bununla birlikte, bizdeki öykülerde hayatın zorlukları, yaşam mücadelesi, sosyal sorunlar, ekonomik buhranlar, sosyal çevrede yaşanan çekişmeler, çarpıklıklar, sıradan insanların özlemleri, yaşamlarından kesitler, gündelik dertler ve uğraşlar özellikle seçilen ve tercih edilen konulardır.
Bu türün edebiyatımızdaki en önemli temsilcisi olan Sait Faik toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelmiş, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkarak bireylerin insan olarak ve sosyal hayatlarındaki gerçekliklerini anlamaya çalışmıştır.  “ Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.”[7]
Çehov tarzı hikâyenin muhtevası, gündelik durumlardır. Konuyu ve ana fikri sezmek, okura bırakılmıştır. İnsanlara ve öyküdeki kişilere dair psikolojik hallerinin sezdirilmesi öykünün amacı olur. Öykülerin kahramanları karakterleri üzerinde çok durulmayan tespit edilmiş konular üzerinde yorumlarda bulunan, kişisel düşüncelerini iddiasız, ispatsız olarak ifade eden düşüncelerini okura dikte etmeye kalkışmayan iç konuşmalar yapan kimselerdir. Okur onların gözünden onların durumlarını değerlendirir. Öykücüler yansıttıkları tespitlerini okura telkin etmek veya kabul ettirmek amacında değildir. Çehov hikâye anlayışını şöyle dile getirmiştir: "Kaleme alınan konular, "sade" olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok psikoloji tahlilleri, yok hikâye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti... Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim.
Çehov tarzı öykülerin kişileri en sıradan insanlardır. En sıradan insanların en sıradan sorunları, hayalleri, hayat ile meşgaleleri ele alınır. Bu tipler gerçek hayatta ve her yerde rastlanılan, memur, işçi, işsiz, vasat işlerle meşgul olan vasat bir hayat yaşayan özelliksiz kişilerdir. Gündelik işlere takılan bu insanların gündelik ve basit sorunları öyküye malzeme olur.
Çehov tarzı öykülerde mekân üzerinde çok durulan önemli öğe değildir. Birkaç kelimeyle ana hatları anlatılan durumun veya kesitin ortaya belirginleşmesine yardımcı olabilecek ölçüde betimlenen bir işlev üstlenir.  
Çehov tarzı hikâyede anlatıcının yetkileri bir hayli dar kapsamlıdır. Anlatım kesin yargılar çıkarmayan, anlatıcın yorum bakış açsınsın doğruluğunu telkin etmeye kalkışmayan, belli bir düşünce dikte etmeye uğraşamayan bir anlatıcıdır. Dolayısıyla pek çok şey okuyucunun muhayyilesine bırakılmıştır. Gösterme, ispat, kanıtlama ya da dikte ettirme çabası olmayan hatta bunun aksine davranan Çehov tarzında  sezdirme daha önceliklidir
Çehov tarzının bizdeki ilk temsilcisi Memduh Şevket Esendal’dır. Daha sonra Sait Faik bu tarzı edebiyatımıza yerleştirmiş ve hikâyelerinde bu tarzı başarıyla uygulamıştır. Bizdeki Akabinde Tarık Buğra’da öykülerini bu tarz ile yazmıştır.
 
ÇEHOV TARZI ÖYKÜ ÖRNEKLERİ 
 
MEMUR'UN ÖLÜMÜ
Bir gece, mümeyyiz İvan Dimitriç Çerviakov, ikinci sıra koltuklardan birine oturmuş, dürbünle "Kornevil Çanları"nı seyrediyordu. Çerviakov seyrediyor, saadetin en yükseklerine ulaştığını duyuyordu. Derken birdenbire yüzü buruştu. Gözleri kaydı, soluğu kesildi. Dürbünü gözünden ayırdı, eğildi ve ...HapşuuuL. diye aksırdı. Bildiğiniz gibi aksırık, hiçbir yerde, hiç kimseye yasak edilmemiştir. Köylüler de aksırır emniyet âmirleri de ak-sırır, hatta bazen müşavirlerin bile aksırdığı olur. Herkes aksırır. Çerviakov hiç de bozulmadı, mendili ile ağzını burnunu sildi, nazik bir insan gibi, kimseyi rahatsız edip etmediğini anlamak için çıralına bakındı. Ve derhal mahcup olmak zorunda kaldı. Önünde, birinci sıra koltuklardan birinde oturmakla olan yaştı bir zatın, dazlak kafasını, ensesini eldiveni ile dikkatle silmekle olduğunu, bir şeyler mırıldandığını gördü. Çerviakov, ihtiyarın ulaştırma bakanlığında çalışan sivil generallerden Brizialov olduğunu tanımakta gecikmedi;
—Adamın üstünü başını berbat etlim, diye düşündü. Gerçi, benim âmirim değil, yabancı ama ne de olsa hoş bir şey değil. Özür dilemeliyim. Çerviakov öksürdü gövdesini biraz daha ileri doğru verdi. Generalin kulağına:
—Af buyurun efendimiz, diye fısıldadı, üstünüzü başınızı berbat ettim, istemeyerek oldu.
—Zararı yok, zararı yok!
—Allah rızası için af buyurun! Ama ben... Böyle olmasını istemezdim.
—Fakat oturunuz rica ederim. Bırakın da dinleyeyim! Çerviakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya başladı. Tiyatroyu seyrediyor ama zevk almıyordu. İçini bir kurt kemirmeğe başlamıştı. Perde arasında Brizjalov'a yaklaştı yanı başın-da yürüdü, ürkekliğini yenerek mırıldandı:
—Efendimiz, üstünüzü başınızı berbat ettim. Af buyurun! Hâlbuki ben... hiç de böyle olmasını istemiyordum. General:
—Yeter artık canım, ben onu unutmuştum bile, hâlbuki siz boyuna tekrarlayıp duruyorsunuz, diye söylendi, alt dudağını da hızlı hızlı oynatmaya başladı.
Çerviakov, şüpheli şüpheli generale bakarak: "Unutmuş ama gözleri hain hain bakıyor, konuşmak bile istemiyor" diye düşündü. Bunun bir tabiat kanunu olduğunu kendisine anlatmalı idim. Yoksa herif tükürmek istediğimi sanabilir. Şimdi sanmasa bile, sonra sanabilir."Çerviakov evine gelince ettiği kabalığı karısına anlattı. Karısı, görünüşe göre, olup bileni pek de umursamadı. Yalnız korktu, ama Brizjalov'un bir "Yabancı" olduğunu öğrenince rahat, bir nefes aldı:
— Neyse sen yine gidip ondan özür dile, dedi. Sosyete hayatında nasıl hareket edileceğini bilmediğini sanabilir.

—Bütün mesele işte burada ya! Ben özür diledim ama o biraz tuhaf davrandı. Akla yakın bir tek söz söylemedi. Hoş konuşmaya da vakti yoktu ya.
Ertesi gün Çerviakov yeni üniformasını giydi, traş oldu, meseleyi Brizjalov'a anlatmaya gitti. Brizjalov'un bekleme odasına girince orada birçok ricacılar, bunların arasında da, ricacıların dertlerini dinlemeğe başlamış olan Brizjalov'u gördü. General birkaç ricacının derdini dinledikten sonra gözlerini Çerviakov' a kaldırdı. Mümeyyiz:
— Dün gece "Arkadi" de, diye anlatmaya başladı, eğer hatırlarsanız efendim, aksırdım ve istemeyerek üstünüzü başınızı berbat etmiştim. Af.
Sivil general:
—Ne saçma şey. Aman Yarabbi! diye mırıldandı ve bir başka ziyaretçiye dönerek; Siz ne istiyorsunuz? diye sordu. Çerviakov sarararak: "Konuşmak istemiyor diye düşündü. Demek ki kızıyor, Hayır bunu böyle bırakmamalıyım, ona anlatmalıyım. "
Sivil general son ricacı ile konuşmasını bitirip çalışma odasına doğru yürüyünce, Çerviakov da arkasından yürüdü.
—Efendimiz, diye mırıldandı, efendimizi rahatsız etmek cesaretinde bulunuyorsam, bu sadece içimdeki pişmanlık duygusundan ileri geliyor. Siz de bilirsiniz ki efendimiz, isteyerek yapmadım. Sivil general ağlamaklı suratını astı, elini sallayarak:
—Fakat efendim siz benimle düpedüz alay ediyorsunuz! dedi, kapının arkasında kayboldu.

Çerviakov evine giderken böyle düşünüyordu. Generale mektup yazmalı. Düşündü taşındı, ama bu mektubu bir türlü toparlayıp yazamadı. Ertesi gün kendisinin gidip işi anlatması lâzım geldi. General sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman Çerviakov:
—Dün efendimizi, buyurduğunuz gibi, alay etmek için rahatsız etmeğe gelmemiştim. Aksırırken üstünüzü başınızı berbat ettiğim için özür dilemeğe gelmiştim. Alay etmek benim ne haddime? Bizler alay etmeğe kalkarsak o zaman, efendime söyleyeyim, insanlara saygı kalır mı?

Mosmor kesilen, sapır sapır titreyen general, birdenbire: —Defol! diye bağırdı.
Dehşetinden kireç gibi olan Çerviakov, bir fısıltı hâlinde: —Ne buyurdunuz? diye sordu. General ayaklarını yere vurarak:
—Defol! diye tekrarladı.

Çerviakov'un karnında bir şeyler koptu. Hiçbir şey görmeden geri geri kapıya gitti, sokağa çıktı, yürüdü, bir makine gibi evine gelince, üniformasını çıkarmadan, kanepeye uzandı ve öldü.

Anton Çehov
 
 
Sait Faik Abasıyanık Sinağrit Baba
 
“Cehennem Nişanı”nda beş sandaldık. Güzel bir Ocak akşamı. Hava lodos. Denize kırmızı rengin türlüsü yayılmış. Çok kaynamış ıhlamur rengindeki hayvan, geniş, ölü dalgalar. Sandallar ağır ağır sallanıyor, oltalar bekliyor, insanlar susuyor.
 
Otuzsekiz kulaç suyun altındaki derin sessizliğe, dibindeki dallı budaklı kayalara yedi rengin en koyusu girer mi şimdi. Sinağrit baba dönermi avdan. Pırıl pırıl, eleğimsağma rengi pullariyle ağır ağır, muhteşem, bir İlkçağ kralı gibi zengin, cömert, asil ve zalim mantosu ile dolaşır mı kimbilir. Altunu, zümrüdü, incisi, mercanı, sedefi lacivertliğin içinde yanıp yanıp sönen sarayını özlemiş acele mi ediyordur.
 
Sinağrit baba ömründe konuşmamış, ömrü boyunca evlenmemiş, ömrü boyunca yalnız yaşamıştır. Onun kovuğundaki zümrüt pencereden ne facialar seyretmiştir. Sinağrit baba ne oltalar koparmıştır.
 
Bu akşam kimin oltasını seçmeli de artık bitirmeli bu yorucu ömrü. Daha her yeri pırıl pırılken, mantosu sırtında iken; dahi eti mayoneze gelirken bitirmeli bu ömrü. Sonra hesapta bir gün pis bir “Vatos”un bir sırtı renksiz, yapışkan ve parazitli bir canavarın dişine bir tarafını kaptırmak var. İyisimi muhteşem bir sofraya kurmalı bu zaferle dolu ömrün sonunu beyaz şarapla, suların üstündeki başka dünyada yaşayan bir kıllı mahluka (yaratığa) kendisini teslim etmeli.
 
Sinağrit baba oltalardan birini kokladı. Bu balıkçı Hristo’dur; kusurlu adam. Gözü açtır onun. İçinden pazarlıklıdır. Evet, o fıkaradır ama kibirli değildir. Sinağrit baba fıkaralıkta gururu sever, öteki oltaya geçti. Kokladı. Bu balıkçı “Hasan”dır. Geç. Cart curt etmesine bakma! Korkaktır. Sinağrit baba cesur insanlardan hoşlanır. Bir başka oltaya baş vurdu. Balıkçı Yakup iyidir, hoştur, sevimlidir, edepsizdir, külhanidir. Ama kıskançtır. Kıskançları sevmez Sinağrit baba. Geç. Şu olta, hasisin tuttuğu olta. Sinağrit baba cömertten hoşlanır. Ama bu oltaya bir baş vurmağa değer. Bir baş vurdu. Hasisin oltasının iğnesini dümdüz etti. Sinağrit baba iğneden kopardığı yarım kolyozu çiğnemeden yuttu. Hasis oltasını hızla topladı.
 
“Vay anasını be Nikoli,” dedi, “iğneyi dümdüz etti.”
 
Nikoli’nin oltasının yemini kuyruğiyle sarsmakta olan Sinağrit baba, Nikoli’nin bir kusurunu arıyordu. Onda kusur mu yoktu. Evvela sarhoştu. Sonra ahlaksızdı, kendini düşünürdü ama, cesurdu, cömertti, hiç kıskanç değildi. Fıkara idi. Kibirli idi de. Sinağrit baba kibirli fıkarayı severdi ama, Nikoli’nin kibrini beğenmiyordu. İnsan oğlunda o başka bir şey, gurura benziyen şey, yerinde bir gurur, o da değil, insan oğlunun insanlığından, ta saçının dibinden oltasını tutuşundan beliren, istiyerek olmıyan, ama pek istemiyerek de gelmiyen bir gurur isterdi. Öyle bir elin oltasını düzleyemez, misinasını kesemez, bedenini fırdöndüsünden alıp gidemezdi.
 
Beş sandalın beşini de kokladı, beğenmedi.
 
Sinağrit baba, kayasının kenarında durmuş, lacivert alem içinde hafifçe yakamozlanan oltalarla, civalı zokalardan aydınlanan saraymeydanı seyrediyordu. Oltalar gitgide çoğalıyordu. Sinağrit ve mercanlar şehrinin göbeğinde şimdi tatlı tatlı sallanan onbeş tane fener vardı. Ötede kovuklardan mercan balıkları çıkıyor, fenerlerden birine hücum ediyor, budalaca yakalanıyorlardı. Gözleri büyümüş bir halde yukarıya çıkarlarken dönüp tekrar aşağıya kadar geliyor, yukarıki dünyayı görmeye bir türlü karar veremiyorlardı. Sinağrit babaya büyüyen gözleriyle “bizi kurtar şu lanetlemeden,” der gibi bakıyorlardı. Sinağrit baba düşünüyordu. Gidip o yakamoz yapan ipe bir diş vurdu mu idi, tamamdı. Ama hiçbirini kurtaramıyor, hareketsiz duruyordu. Sinağrit baba onları kurtarmanın bu kadar kolay olduğunu biliyordu ama, bildiği bir şey daha vardı. O da ister su, ister kara, ister hava, ister boşluk, ister hayvan, ister nebat aleminde olsun bir kişinin aklı ile hiçbir şeyin halledilemiyeceğini bilmesidir. Ancak bütün balıklar oltaya tutulan hemcinslerini kurtarmanın tek çaresinin koşup o yakamoz yapan ipi koparmak olduğunu akıl ettikleri zaman bu hareketin bir neticesi ve faydalı olabilirdi. Yoksa, gidip Sinağrit baba oltayı kesmiş, biraz sonra Sinağrit baba tutulduğu zaman kim kesecek? Kim akıl edecek yakamozu dişlemeği?...
 
O sırada büyük büyük ışıklar saçan bir olta aşağıya inmişti. Sinağrit baba ümitle koştu. Bu oltayı da kokladı. Hiç tanıdığı birisi değildi. Yemi ağzına aldığı zaman bu olta sahibinin tam aradığı adam olduğunu bir an sandı. Bu anda da yakalandı. Kepçeden sandala düştüğü zaman Sinağrit baba büyük gözleriyle kendisini yakalıyana sevinçle baktı. Sinağrit baba etrafı kırmızı, içi aydınlık siyah gözleriyle bir daha baktı. Birdenbire ürperdi. Hiddetinden ayaklarını yere vuran bir genç kız gibi sandalın döşemesini dövdü. Belki bizim bile bilmediğimiz bir işaret görmüştü kendisini tutan oltanın sahibinde : Bu adam şimdiye kadar hiç imtihan geçirmemişti. Ömrü boyunca cesur, cömert, Sinağrit babanın adamın ne korkunç bir iki yüzlü köpek olduğunu bizim görmediğimiz bir yerinden anlayıvermişti. Bütün devirler ve seneler boyunca kendisini tutan oltanın sahibi ne cesaretini, ne cömertliğini, ne gururunu bir tecrübeye, bir imtihana tabi tutturmamış, her devirde talihli yaver gitmiş birisi idi. Kimdi, ne idi: Sinağrit baba da bilemezdi. Ama, belki de ölünceye kadar cömert, cesur, mağrur yaşayacak olan bu adamın şu ana kadar bir defa bile imtihana sokulmadığını anlamıştı. Belki de sonuna kadar bu imtihandan kurtulacaktı. Sinağrit baba böylesine hiç rastlamamıştı. Ölmeden evvel adama bir daha baktı. Namuslu, cesur, cömert ölecek olan bu adamın hakikatte korkakların en korkağı, namussuzların en namussuzu olduğunu alnında okuyordu. Bu adam, o kadar talihli idi ki daha, iki yüzlülüğünü kendi kendisine bile duyacak fırsat düşmemişti. Yoksa Sinağrit baba yakalanır mıydı: Sinağrit baba hırsından tekrar tepindi. Bağırmak ister gibi ağzını açtı. Kapadı.. Sinağrit baba son nefesini, böylece bir insanlık imtihanı geçirmemişin sandalında pişman ve mağlup verdi.
 
 
 
KAYNAKÇA
 
[2] Çehov 150 yaşında, Etkin Haber Ajansı / 29 Ocak 2010 Cuma, 15:5
[4] Çehov 150 yaşında, Etkin Haber Ajansı / 29 Ocak 2010 Cuma, 15:5
[6] Şahamettin Kuzucular, Maupassant Tarzı Olay Hikayeciliği ve Örneği , .edebiyadvesanatakademisi.com
[7] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hik%C3%A2y

İlgili Sayfalar

Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.

 BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM  veya [email protected] 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar