28.02.2013
Fransız öykücü Guy de Maupassant[1] ile Rus yazar Anton Çeho dünya edebiyatındaki belli başlı iki Hikaye tarzı meydana getirmiş yazarlardır. Bu hikâye tarzları Maupassant’ın tarzı olan Olay hikâyeciliği ile Antuan Çehov tarafından oluşturulan “Durum veya Kesit “ hikâyeciliğidir.[2] ( bkz Çehov Tarzı Durum Kesit Hikayeciliği ve Örnekleri )
“Öyküde, olayın geçtiği yer sınırlı, anlatım özlü ve yoğundur. Karakterler belli bir olay içinde gösterilir. Bu karakterlerin de çoğu zaman sadece belli özellikleri yansıtılır. Konu tümüyle düş ürünü olabilir ya da son derece gerçekçidir. Genellikle ironik bir rastlantı yoluyla oluşturulan özel bir an üzerindeki yoğunlaşma sürpriz sonlara olanak verir.” [3]Olay öykücülüğü bu satırlarda da aktarıldığı gibi klasik öykülerin sistemli hale getirilmiş şeklidir.
Olay hikâyesi, Fransız yazar Guy De Maupassant tarafından geliştirilmiş, bu nedenle de Maupassant tarzı hikâye ya da olay hikâyeciliği olarak adlandırılmıştır. ( bkz Maupassant Tarzı Olay Hikayeciliği ve Örneği ) Olay hikâyesi, belli bir olayın etrafında gelişir. Hikâyede asıl olan "olay" dır. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü hikaye deki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip eder. Kişilerin portreleri, özenle ve ayrıntılı olarak çizilir.
Kişiler hayatlarının belli bir ânı içinde yaşadıkları bir vaka ile aktarılır. Bu vaka içinde kişilerin belirli bir yönü, karakterlerinin belli bir özelliği, ortaya çıkar. Fedakârlık, çalışkanlık, titizlik, korkaklık, kahramanlık gibi. Öykü Kahramanlarının bu yönü öyküdeki vaka ile yakından alakalıdır çünkü öyküdeki olaylar hikâye kahramanlarının ele alınan tek bir yönü yüzünden ortaya çıkar.
Olay hikâyesi, bir olayı ele alarak, serim, düğüm, çözüm planıyla anlatıp olayı kesin ve biten bir sonuca bağlar. Çevre ve kahramanlar öyküdeki vakanın gelişimine uygun biz düzen içinde aktarılır. Çevre ve kişilerin betimlemeleri önemlidir. Olayın geçtiği çevre üzerinde durularak sosyal ve fiziki mekânların betimlemeleri yapılır. Olay öykülerinde kişilerin karakterleri önemli bir unsurdur. Vaka karakterlerin bu özelliklerinden ortaya çıkan ya da bu karakterlerin kişilik özelliklerine göre şekillenen bir olgudur. Öyküdeki vaka öykü kahramanlarının tepkileri, öfkeleri kıskançlığı, kindarlığı vb özelliklerinden ortaya çıkar ve sonuçlanır.
Olay hikâyeciliğinde merak ve entrika öykünün hareket ve odak noktasıdır. Bu bakımdan olay öyküsü, okuyucuda merak ve heyecan uyandırmak amaçlı bir vaka dizini üzerinde kurulur. Her aşamada okurun merakını arttıracak bir vaka planı yapılır. Olay, zamana göre mantıklı bir aşama dizgisi içinde merakı git gide artıracak bir sistem içinde verilir. Düğüm bölümüne kadar tetiklenen merak, çözüm bölümüne bırakılır. Olaylar en sonunda nasıl biteceği merak edilecek bir hale getirilerek düğümlenir. Okur olayın nasıl biteceğini merak eder hale gelir. Çözüm bölümünde izlenen vaka kesin bir bitişe uğrar, merak giderilir ve olay sonuçlanır.
Kesit öykücülüğünde merak ve heyecandan çok duygu, düşünce ve hayaller önem kazanır. Hikâyede asıl olan şey "olay" olmadığından ya da aşamasına göre takip edilip bitirilen bir vaka olmadığından hikâye, bittiği zaman her şey de bitmiş değildir. Aksine, Hikâye, asıl bundan sonra başlıyor demektir.[4] Zira kişiler tamamıyla tanıtılmadığı, olaylarda ve yargılarda kesinlik hâkim olmadığı, ortaya çıkan bir netice bulunmadığı için öykü okurların açısından bitmemiş bir durum olarak kalır. Bu türün edebiyatımızdaki en önemli temsilcisi olan Sait Faik toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelmiş, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkarak bireylerlerin insan olarak ve sosyal hayatlarındaki gerçekliklerini anlamaya çalışmıştır. “ Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı. İnsanların yaşama biçimlerini, isteklerini, tasalarını, korkularını ve sevinçlerini irdeleyerek, toplum meselelerinden çok "insanı ele alan sanatçılar" sınıfında yer aldı.” [5]
Olay Hikâyelerinde ise asıl olan şey "olay" dır. İleti ve öykünün tezi işte bu olaydan çıkar. Okuyucunun hikâyeyi şöyle ya da böyle yorumlamasına imkân verilmez. Çünkü hikâyedeki olay, mantıklı bir seyir hâlinde takip edilerek anlatılmış öykünün ana fikri bu olaya ve sonucuna göre okura dayatılmıştır.
Maupassant’tın tarzının önerdiği şekil klasik öykücülüğün sistemli hale getirilmesidir. Zaman, mekân ve kişi unsurları esas unsur olan vakaya bağlı olarak ve vakanın anlatılmasının gerektirdiği şekliyle öyküde önem kazanır. Olay öykücülüğü vakanın serim düğüm çözüm bölümlerinde olması gereken aşamalar içinde ve nasıl biteceği merak ettirilecek bir plan içinde sıralanır. Öykünün tez düşüncesi, ana fikir, olayın oluş ve bitişinden çıkartılan bir düşünce olarak belirlenir.
Çehov Tarzı Durum Kesit Hikâyeciliği ise belli bir olay üzerine kurulmayan, anlatımın ön planda olduğu, hayatın bir kesitinin anlatıldığı hikâyelerdir. Durum hikâyelerinde serim, düğüm, çözüm düzeni, olay hikâyelerinden farklıdır. Yazarın bir plan yapma zorunluluğu yoktur. Olay hikâyelerinde önemli ve öncelikli olan merak unsuru iken durum hikâyelerinde kişisel ve sosyal yorumlar, duygu ve hayallerdir. Çehov hikâye anlayışını şöyle dile getirmiştir: "Kaleme alınan konular, "sade" olmalı. Piyer Semenovi, Maira İvanovna ile nasıl evlendi gibi... Hem sonra, yok psikoloji tahlilleri, yok hikâye, yok bilmem ne imiş! Bunlar hep özenti... Hatırınıza ilk gelen başlığı koyun, kılı kırk yarmayın, tırnak, çizgi gibi işaretleri çok az kullanmaya bakın, gösteriştir bu. Benim işim anlatmaktır. Ancak, onu başarabilirim. "[6]
Durum hikâyelerinde belli bir düşünce güdülmez. Yazar kendi kişiliğini saklar. Durum hikâyelerinde hikâye kahramanları tam olarak tanıtılmaz. Kişilerin yaşam koşulları, öyküde verilmek istenen ileti doğal bir anlatım içinde okuyucuya sezdirilmeye çalışılır.
Türk Edebiyatı'nda olay hikâyeciliğinin en önemli temsilcisi Ömer Seyfettin 'dir. Türk Edebiyatı’ndaki en önemli olay öyküsü temsilcileri şunlardır:
Ömer Seyfettin , Refik Halit Karay, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin, Abbas Sayar, Yakup Kadri , Orhan Kemal, Samim Kocagöz , Necati Cumalı, Talip Apaydın , Samet AĞAOĞLU, Haldun TANER, Oktay Akbal, Mustafa KUTLU, Ahmet Rasim , Osman Cemal Kaygılı , Sermet Muhtar ALUS,
KAŞAĞI (Ömer Seyfettin)
Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hüzünlü şırıltısını işitirdik. Evimiz iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi. Annem, İstanbul’a gittiği için benden bir yaş küçük olan kardeşim Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmıyorduk. Bu, babamın seyisi, yaşlı bir adamdı. Sabahleyin erkenden ahıra koşuyorduk. En sevdiğimiz şey atlardı. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, ne doyulmaz bir zevkti. Hasan korkar, yalnız binemezdi. Dadaruh onu kendi önüne alırdı. Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşumuza gidiyordu. Hele tımar. Bu en zevkli şeydi. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerimde duramaz,
- Ben de yapacağım! diye tuttururdum.
O vakit Dadaruh, beni Tosun’un sırtına koyar, elime kaşağıyı verir,
- Hadi yap! derdi.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdım.
- Kuyruğunu sallıyor mu?
- Sallıyor.
- Hani bakayım?..
Eğilirdim, uzanırdım. Ama atın sağrısından kuyruğu görünmezdi.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
- Dadaruh, tımarı ben yapacağım, derdim.
- Yapamazsın.
- Niçin?
- Daha küçüksün de ondan…
- Yapacağım.
- Büyü de öyle.
- Ne zaman?
- Boyun at kadar olduğunda….
At, ahır işlerinde yalnız tımarı beceremiyordum. Boyum atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı. Ben bir gün yalnız başıma kaldım. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyandı. Kaşağıyı aradım, bulamadım. Ahırın köşesinde Dadaruh’un penceresiz küçük bir odası vardı. Buraya girdim. Rafları aradım. Eyerlerin arasına falan baktım. Yok, yok! Yatağın altında, yeşil tahtadan bir sandık duruyordu. Onu açtım. Az daha sevincimden haykıracaktım. Annemin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen kaptım. Tosun’un yanına koştum. Karnına sürtmek istedim. Rahat durmuyordu.
- Sanırım acıtıyor? dedim.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine baktım. Çok keskin, çok sivriydi. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başladım. Dişleri bozulunca yeniden denedim. Gene atların hiçbiri durmuyordu. Kızdım. Öfkemi sanki kaşağıdan çıkarmak istedim. On adım ilerdeki çeşmeye koştum. Kaşağıyı yalağın taşına koydum. Yerden kaldırabildiğim en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başladım. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezdim, parçaladım. Sonra yalağın içine attım.
Babam, her sabah dışarıya giderken bir kere ahıra uğrar, öteye beriye bakardı. Ben o gün gene ahırda yalnızdım. Hasan evde hizmetçimiz Pervin’le kalmıştı. Babam çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı gördü; Dadaruh’a haykırdı:
- Gel buraya!
Soluğum kesilecekti, bilmem neden, çok korkmuştum. Dadaruh şaşırdı, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babam bunu kimin yaptığını sordu. Dadaruh,
- Bilmiyorum, dedi.
Babamın gözleri bana döndü, daha bir şey sormadan,
- Hasan dedim.
- Hasan mı?
- Evet, dün Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi.
- Niye Dadaruh’a haber vermedin?
- Uyuyordu.
- Çağır şunu bakayım.
Çitin kapısından geçtim. Gölgeli yoldan eve doğru koştum. Hasan’ı çağırdım. Zavallının bir şeyden haberi yoktu. Koşarak arkamdan geldi. Babam pek sertti. Bir bakışından ödümüz kopardı. Hasan’a dedi ki:
- Eğer yalan söylersen seni döverim!
- Söylemem.
- Pekâlâ, bu kaşağıyı niye kırdın?
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktı! Sonra sarı saçlı başını sarsarak,
- Ben kırmadım, dedi.
- Yalan söyleme, diyorum.
- Ben kırmadım.
- Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, dedi. Hasan inkârda direndi. Babam öfkelendi. Üzerine yürüdü “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirdi.
- Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırdı.
Dadaruh, ağlayan kardeşimi kucağına aldı. Çitin kapısına doğru yürüdü. Artık ahırda hep yalnız oynuyordum. Hasan evde hapsedilmişti. Annem geldikten sonra da bağışlanmadı. Fırsat düştükçe, “O yalancı” derdi babam. Hasan yediği, tokat aklına geldikçe ağlamaya başlar, güç susardı. Zavallı anneciğim benim iftira atabileceğime hiç ihtimal vermiyordu. “Aptal Dadaruh, atlara ezdirmiş olmasın?” derdi.
Ertesi yıl annem, yazın gene İstanbul’a gitti. Biz yalnız kaldık. Hasan’a ahır hâlâ yasaktı. Geceleri yatakta atların ne yaptıklarını tayların büyüyüp büyümediğini bana sorardı. Bir gün birdenbire hastalandı. Kasabaya at gönderildi. Doktor geldi. “Kuşpalazı” dedi. Çiftlikteki köylü kadınlar eve üşüştüler. Birtakım tekir kuşlar getiriyorlar, kesip kardeşimin boynuna sarıyorlardı. Babam yatağın başucundan hiç ayrılmıyordu.
Dadaruh çok durgundu. Pervin hüngür hüngür ağlıyordu.
- Niye ağlıyorsun? diye sordum.
- Kardeşin hasta.
- İyi olacak.
- İyi olmayacak.
- Ya ne olacak?
- Kardeşin ölecek! dedi.
- Ölecek mi?
Ben de ağlamaya başladım. O hastalandığından beri Pervin’in yanında yatıyordum. O gece hiç uyuyamadım. Dalar dalmaz, Hasan’ın hayali gözümün önüne geliyor “İftiracı! İftiracı!” diye karşımda ağlıyordu.
Pervin’i uyandırdım.
- Ben Hasan’ın yanına gideceğim, dedim.
- Niçin?
- Babama bir şey söyleyeceğim.
- Ne söyleyeceksin?
- Kaşağıyı ben kırmıştım, onu söyleyeceğim.
- Hangi kaşağıyı?
- Geçen yılki. Hani babamın Hasan’a darıldığı…
Sözümü tamamlayamadım. Derin hıçkırıklar içinde boğuluyordum. Ağlaya ağlaya Pervin’e anlattım. Şimdi babama söylersem, Hasan da duyacak belki beni bağışlayacaktı.
- Yarın söylersin, dedi.
- Hayır,. şimdi gideceğim.
- Şimdi baban uyuyor, yarın sabah söylersin. Hasan da uyuyor. Onu öpersin, ağlarsın, seni bağışlar.
- Pekala!
- Haydi şimdi uyu!
Sabaha kadar gene gözlerimi kapayamadım. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırdım. Kalktım. Ben içimdeki zehirden vicdan azabını boşaltmak için acele ediyordum. Yazık ki, zavallı suçsuz kardeşim, o gece ölmüştü. Sofada çiftlik imamıyla Dadaruh’u ağlarken gördük. Babamın dışarıya çıkmasını bekliyorlardı.
KAYNAKÇA
[1] Şahamettin Kuzucular, https://edebiyatvesanatakademisi.com/post/maupassant-tarzi-olay-hikayeciligi-ve-ornegi/75669
[2] Şahamettin Kuzucular, https://edebiyatvesanatakademisi.com/post/cehov-tarzi-durum-kesit-hikayeciligi-ve-ornekleri/75666
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hik%C3%A2ye
[4] Şahamettin Kuzucular, https://edebiyatvesanatakademisi.com/post/cehov-tarzi-durum-kesit-hikayeciligi-ve-ornekleri/75666
5] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hik%C3%A2ye
[6] https://edebiyatvesanatakademisi.com/post/hikaye-nedir-oyku-turleri-ozellikleri-unsurlari/73947
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın