Çifte Hanlar Alponse Daudet

29.03.2020

Çifte Hanlar   Alponse Daudet 
 
 
Çifte Hanlar adlı öykü Güney Fransa'nın Nimes kentinde1840 yılında  doğmuş olan  Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden birisi olmaktadır.
 
Değirmenimden Mektuplar   ilk kez 1869 yılında Paris’te Hetzel yayınevi tarafından yayımlanmış daha sonra pek çok dile çevrilen eser dünya edebiyatının en tanınmış öykü kitaplarından birisi haline gelmiştir.
 
Pek çoğu Paris yakınlarındaki Fontvielle’de bulunan eski bir değirmende yazılan bu öyküler konu olarak Fransız kırsal hayatını betimleyen, köylülerin hayatlarını ve yaşadıkları küçük olayları ele alan öyküler olmaktadır.
 
Kitapta yer alan öyküler Fransız köy kültürünü adet, gelenek ve sosyal hayatına dair yazılmış öyküler olmasına rağmen evrensel bir alaka görmüş Daudet bu öyküleri ile dünyanın hemen her ülkesinde tanınan bir öykücü olmuştur. 
 
 
ÇİFTE HANLAR
 
Bir temmuz günü öğleden sonra, Nimes'den dönüyordum. Hava öylesine sıcaktı ki... Yol, bütün gökyüzünü dolduran ham gümüşten kocaman bir güneşin altında, zeytinliklerle küçük meşe ağaçları arasında, tozdan apak, göz alabildiğine uzanıyordu. Ne gölgeden bir iz, ne de bir solukluk meltem vardı. Yalnızca sıcak havanın titreşmesi, bir de ağustosböceklerinin tiz perdeden ötüşü... Bu insanı sağır eden tekdüze tempolu ve çılgın müzik, o ulu ışık titreşmesinden çıkıyor gibiydi... İki saattir tek başıma yürürken, birdenbire yolun tozları arasından karşıma bir öbek apak ev çıktı. Burası Saint-Vincent konağı dedikleri yerdi: Beş altı çiftlik evi, kırmızı damlı uzunca ambarlar, birkaç sıska incir ağacının altında susuz bir yalak, en dipte de, yolun iki kıyısında karşı karşıya iki büyücek han.
 
Bu karşılıklı iki han, pek garibime gitti. Yolun bir yanında, gireni çıkanı bol, yepyeni bir yapı. Bütün kapıları açık. Önünde bir araba durmuş, terden buram buram tüten beygirleri çözüyorlar; arabadan inen yolcular da alçacık duvarların gölgesinde ivedi ivedi bir şeyler içiyorlar. Hanın avlusu arabalarla, katırlarla tıklım tıklım dolu; sundurmaların altında yere uzanmış arabacılar akşam serinliğini bekliyor. İçerde haykırmalar, sövgüler, masaya yumruk vurmalar, kadeh tokuşturmalar, bilardo gürültüsü, patlayan gazozlar... Bütün bu patırtıyı, şen ve gür bir ses, camları zangır zangır titreten bir şarkıyla bastırıyor:
 
Güzel Margoton kalktı
Doyamadan uykuya;
Elinde gümüş testi
Bir sabah gitti suya.
 
Karşıki hansa, onun tersine, pek sessizdi; bırakılmış gibiydi. Avlu kapısının altında otlar bitmiş, pancurları kırık, kapı kanadında eski bir sorguç gibi asılı duran bir çobanpüskülü dalı, eşiğin basamakları yoldan toplanmış taşlarla beslenmiş... Kısacası hanın öyle yoksul, öyle acınacak bir görünümü vardı ki, içine girip bir şey içmek, sadaka vermek yerine geçerdi.
 
* * *
İçeri girince, kendimi ıssız, iç kapayıcı ve upuzun bir salonda buldum. Perdesiz üç büyük pencereden dolan göz kamaştırıcı ışık, burasını daha acıklı, daha ıssız gösteriyordu. Birkaç kırık dökük masa, üstünde tozdan rengi solmuş bardaklar, dört deliğini birer dilenci tası gibi uzatan kırık bir bilardo, sarı bir kanepe, köhne bir tezgah. Bütün salona kötü ve ağır bir sıcaklık çökmüş. Ya sinekler? Salkım salkım tavana, camlara yapışmış, bardakların içine girmiş...
 
Kapıyı açmamla, arı kovanına girmişim gibi bir vızıltı, bir kanat vızıltısıdır başladı.
Salonun bir ucunda, pencerenin önünde cama abanır gibi dışarısını seyretmeye dalmış bir kadın vardı. İki kez:
- Hey hancı! diye seslendim.
Yavaşça bana döndü. Buruşuk, çatlamış, toprak renginde bir yüz, yörenin yaşlı kadınlarında olduğu gibi uzunca, kırmızıya çalan dantela kıvrımlarıyla çevrelenmiş tam bir köylü kadın yüzü.
Ama göründüğü gibi yaşlı da değildi; yalnızca gözyaşları kendisini bu görünüme sokmuştu.
Gözlerini sile sile:
- Ne istiyorsunuz? diye sordu.
- Biraz oturup bir şeyler içmek...
Söylediğimi anlamamış gibi yerinden kımıldamadan, şaşkın şaşkın yüzüme baktı.
- Kuzum burası han değil mi?
Kadın içini çekti:
- Evet dedi, han olmasına han... Ama niçin siz de ötekiler gibi karşıya gitmiyorsunuz? Orası daha neşeli...
- Neşeli, ama bana gelmez... Ben burasını beğendim, dedim ve yanıtını beklemeden gidip bir masaya yerleştim.
Kadıncağız, niyetimin ciddi olduğuna inanınca, büyük bir telaşla gidip gelmeye, çekmeceleri çekmeye, şişeleri karıştırmaya, kadehleri silmeye, sinekleri kovmaya başladı... Hana birinin gelmesi, sanki başlı başına bir olay olmuştu. Zavallıcık arada bir duraklıyor, sonunu getirmekten umudunu kesmiş gibi başını ellerinin içine alıyordu.
Sonra, dipte salona bitişik bir odaya girince de, kocaman anahtarlarla uğraştığını, kilitleri zorladığını, ekmek teknesini karıştırdığını, üflediğini, toz silktiğini, tabak yıkadığını duydum.
Arada bir, derin derin içini çektiği, hıçkırıklarını tutamadığı da oluyordu.
Böylece bir çeyrek saat geçtikten sonra, önüme bir tabak dolusu passerille (kuru üzüm), kaya gibi sert, bayat bir Beaucaire ekmeğiyle bir şişe şarap geldi.
Garip yaratık:
- Yemeğiniz hazır! dedi ve hemen pencere önündeki eski yerine geçti.
 
* * *
Bir yandan şarabımı içiyor, bir yandan da kendisini söyletmeye çalışıyordum:
- Pek öyle kalabalığınız yoktur, değil mi, kadınım?
- Ah mösyö, kimsecikler gelmez... Burada yalnızca biz varken başkaydı. Yolcular bize inerdi, yaban ördeği mevsiminde avcılar bizde şölen verirdi. Bütün yıl, kapımızın önünden arabalar eksik olmazdı... Ama komşular gelip de karşımıza yerleşince, işlerimiz bozuldu... Artık herkes, karşıya iniyor. Bizim burasını, pek iç kapayıcı buluyorlar. Doğrusu yerimiz pek de ferah değil; sonra, ben de güzel değilim. Sık sık beni sıtma tutar; iki kızım vardı, öldü... Karşıdaysa, her zaman atarlar kahkahayı... Hanın sahibi, Arleslı bir kadın.. Dantelalar içinde, boynunda üç sıra altın zincir, güzel bir kadın. Arabanın sürücüsü de dostu... Yolcuları hep karşıya indirir. Sonra oda hizmetçisi diye bir sürü aşüfte de var... Đşlerini yoluna koymuşlar. Bütün Bezouces, Redessan, Jonquères delikanlıları, hep orada. Arabacılar bile uğramadan geçmezler... Ben de burada bütün gün tek başıma çile doldururum!...
Bunları, alnı hep cama dayalı, dalgın ve kayıtsız bir sesle anlatıyordu. Sanırım karşıki handa, kendisini üzen bir şeyler olmalıydı...
 
Birdenbire, yolun öbür yanında bir kaynaşma oldu. Araba, toz duman içinde kımıldandı. Kırbaç şakladı, sürücünün borusu öttü, kapıya üşüşen kızlar:
- Güle güle! Güle güle! diye bağrıştılar. Sonra, deminki o korkunç ses, yine şarkısını tutturdu:
 
Elinde gümüş testi,
Bir sabah gitti suya,
Su başında girmişti
Üç silahlı pusuya...
 
Kadıncağız bu sesi duyar duymaz ürperdi ve bana dönerek, yavaşça:
- İşitiyor musunuz? Dedi, kocam... Nasıl, güzel şarkı söylüyor, değil mi?
Şaşkın şaşkın kendisine baktım:
- Nasıl? Kocanız mı? O da mı oraya gidiyor?
O zaman kadıncağız, üzgün ama tatlı bir sesle:
- Ne yaparsınız efendim, dedi, erkekler böyledir; karşılarında ağlansın istemezler. Bense, kızlarımın ölümünden sonra hep ağlar oldum... Hem sonra, bizim burası pek sıkıntılı...
 
Kimsecikler gelmez. Benim zavallı efendi de, pek canı sıkılınca, karşıya içmeye gider. Sesi de güzeldir; Arles’lı kadın ona şarkılar söyletir. Bakın, yine başladı.
Zavallı, penceresinin önünde titreye titreye, ellerini uzatmış, yanaklarından sızan iri gözyaşlarıyla bir kat daha çirkinleşmişti. Arles’lı kadına şarkılar söyleyen kocasının sesini kendinden geçmiş bir durumda dinliyordu:
 
Biri dedi: "Gel seni
Seveyim doya doya!".

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar