Elma Adlı Öyküsü Konusu Metni ve Ömer Seyfettin

16.12.2019

 
Elma Adlı Öyküsü Ömer Seyfettin
 
Elma adlı öykü Ömer Seyfettin’in aşk konulu öykülerinden birisidir.  Elma adlı öyküsü konusunun aşk olması dışında Ömer Seyfettin’in sade dil anlayışına da ters düşen içinde çok sayıda Arapça ve Farsça sözcüğün olduğu, özellikle kadınlar için yazdığı anlaşılan bir öyküsü olmaktadır.
 
Elma adlı öykü de Ömer Seyfettin adeta istersem ben de süslü ve ağdalı bir dille yazarım demek istediği bi hikâyeye benzemektedir.  Romantik bir aşk konusunu ele alan öyküde belli bir vaka düzeninin olmayışı, öykünün özellikle süslü ve edebi bir anlatıma odaklandığını işaret etmektedir.
 
Ömer Seyfettin 1911 yılında Yeni Lisan başlıklı yazı sersinde sokaktaki konuşulan dilin edebiyatın dili olması gerektiğini savunmuş,   öykülerinde de bu fikrini hayata geçirmişti. Milliyetçi Turancı Türkçü görüşlerle yazan Ömer Seyfettin’in 1918 yılından sonra, konusu aşk evlilik, sosyal hayat olan öyküler de yazmıştı.
 
1918 yılına kadar, vatan, millet, tarih, kahramanlık konulu öyküler yazan Ömer Seyfettin 1918 yılından sonra savaşın ve işgal yıllarının getirdiği atmosfer ve belki de fikri çöküntüler içinde sosyal konulara, aşk, evlilik,  çocukluk, gençlik anılarına vb değinen öykülere de meyletmeye başlamıştı.
 
Çok çeşitli konularda yazmış olmasına rağmen Ömer Seyfettin toplumsal ve sosyal faydadan taviz vermemiş öykülerinde Türk insanına ve Türk toplumuna faydalı olabilecek mevzular işlemişti.
 
Bunlara karşın yazarın aşk konulu bazı hikâyelerinde hem sade dil anlayışından uzaklaştığı hem de topluma faydalı olma ilkelerinden de ayrıldığı görülmektedir. Örneğin aşk konulu olmakla birlikte
Aşk ve Ayak Parmakları  ,Antiseptik,  ve  Aşk Dalgası adlı öykülerinde batılı ve Türk kökenli aile yapısını irdeleyerek, toplum yapısına uygun yaşamanın ve davranmanın önemini vurgulamış, sosyal fayda ilkesinden vaz geçmemişti.
Fakat Ömer Seyfettin’in Elma adlı hikâyesinde sosyal bir fayda amacı olmadığı gibi dil anlayışı bakımından da Ömer Seyfettin’in görüşlerine tezat bir dille yazılmıştır. Yazarın bu öyküsü tıpkı  Balkon  adlı öyküsünde olduğu gibi sadece aşk ve ilişki konuludur.
 
Ömer Seyfettin’in Elma adlı öyküsü  romantik bir konu işlemesi , romantik bir üslup ile yazılmış olması ile de diğer öykülerinden farklı bir yerde bulunmaktadır.
 
 
 
 
Elma  (Ömer Seyfettin)
 
Âteşin, hummalı, şedit muhabbetler iftiraksız [1] (Ayrılmak, dağılmak. Hicran)  bir vefa bağının yakarak yelpazeleyen hararetli kanatları altında söndükten sonra, aşkın o nûşin [2] (Lezzetli, tatlı)  ve muhrib (Tahribeden, Yıkan)  heyecanları, fasılasız nöbetleri ebedî ve mutlak, saf bir sahiplenmeyle tatmin ve tedavi olunduktan sonra duyulan nekahat ( hastalığın geçme evresi) dinginliği… Ah, bu, hayal yorgunluğu ne kadar mahzun ve tatlıdır, bilir misiniz?
 
 Biz de Süzun’la, bu sahih ve genç aktrisle günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca seviştikten sonra yorulmuş, hastalanmış, bitap kalmıştık. Evvelâ yataklarımız, sonra odalarımız ayrılmıştı. Artık geceleri geç vakte kadar benim odamda beraber oturuyor, ben yarın dershanede talebelerime yazdıracağım notlarla, meselelerimi tertip ile uğraşıyor, o daima müteheyyiç  ( ve heyecanlı, coşkulu)  mütelezziz (lezzet duyan.) olmak için sevinçli sevda ve seks romanlarını mütalâaya (e İrdeleme, müzakere, görüş)  dalıyordu. Mâhazâ  (beraber, böyle iken)  ayrılamıyorduk…
 
Tedfin ( gömme, gizleme) ettiğimiz mukaddes aşk hatıralarının matemi bizim için o kadar muazzezdi (saygı duyulan, aziz bilinen) ki, bir gecelik iftirak ( Ayrılmak, dağılmak. Hicran)  kurtuluşu mümkün olmayan bir vicdan azabı bırakacak bir günah olabilirdi. Yemeklerimizi karşı karşıya yerdik. Ve bizi samimî ve sade soframızda bir yabancı görseydi, mutlaka bunamış iki kardeş zannedecekti. Evet, aşkla ihtiyarlamıştık. Ruhumuz sanki mefluç ( Felç olmuş) idi. İşte yine bir sonbahar akşamı ufacık yemek odamızda sade yemeklerimizi batî  ( batan güneş) bir sükûn içinde yiyorduk. Küçük, billur yemişlikten iri ve kırmızı bir elma almış, bıçağımla soyuyordum. Nasıl oldu bilmem, gözüm Süzun’a kaçtı. Gittikçe bana uzun görünmeye başlamış olan narin burnu sanki daha ziyade uzamış, kaşları daha ziyade incelmiş, boynu daha ziyade zayıflamıştı. Ve gözlerini garip ve şedit bir dalgınlıkla soyduğum elmaya dikmiş, kırpmadan bakıyordu. Gayri ihtiyarî sordum:
 
— Ne daldın, azizem öyle?…
— Hiç… Dedi.
 
Fakat ikazımdan mustarip olduğunu yüzünden anladım. Önündeki bardakla oynamaya başladı. Ben yine elmamı soyuyordum. Boş ve mütereddit bir sükût dakikası geçti. Sonra tuhaf ve garip bir sesle dedi ki:
 
— Bu elma sana bir şey ihsas etmiyor mu, sevgilim? Sana kıymettar bir hatırayı yâd ettirmiyor mu?
 
Tekrar yüzüne baktım, kızarmıştı. Mavi ve yorgun gözleriyle gayri müdrik gözlerimde, gamlı ve ricakâr, sanki bir cevap arıyordu. Elma… Bu bana ne ihsas (üstü örtülü ) edebilirdi? Hatıratımı yoklamak için geriye, çocukluğuma doğru hayalen dönerek şimdi muzlim ve ehemmiyetsiz bir mazi olan yirmi altı seneyi bir anda yaşadım. Düşündüm. Hiçbir şey yoktu… Hatta ömrümde bir elma ağacı bile görmemiştim. Süzun hâlâ yüzüme bakıyordu. Müphem bir sıkıntı hissettim ve soyduğum elmayı yemeğe başlayarak gayrı ihtiyarî:
 
 
— Evet, dedim, on yedinci asrın nihayetine doğru İngiltere’de, tenha bir bahçenin sessiz bir köşesinde münferit (kendi başına, ayrı, ) bir elma ağacı vardı. Bir gün bu ağacın altında dalgın ve mütefekkir ( düşünceli)  bir adam yatıyordu. Ağacın üstünden bu adamın ayaklarına bir elma düştü. Ve bir “deha” uyandırdı. O adam, Kepler’in yeni tedvin ettiği “muvazene-i ecram”  (cisimlerin dengesi konular ı) konularını düşünen meşhur âlim Nüvton idi. Elmanın sukutunu gördü, düşündü, çalıştı ve yer çekimi kanununu keşfetti. İşte bana bu elmanın yâd ettirdiği fennî ve kıymettar ha… Lafımı kesti:
 
— Ne muaccizsin!( güçsüz, becerikisz)  Rica ederim sus…
 
Ve ağlamaya başlayacakmış gibi mavi gözlerini küçülterek ince kaşlarını çattı. Darıldığını, canını sıktığımı anladım. Fakat niçin darılıyordu. Bunu soracaktım. Bana vakit bırakmadı. Mavi ve yorgun gözlerini, asla unutamayacağım müellim ( elem veren) hüzünlü bir vaaz ile, tabağımın içindeki elma kabuklarına dikerek:
 
— Zavallı aşk, dedi, ben, Madam Amede’nin sofrasında ilk defa birbirimizi gördüğümüz akşam verdiğin elmayı, o elmayı verirken eğilerek o kadar heyecan ve tahassüsle ( duygu dolu)  bana fısıldadığın Musset’in şiirini hatırlayacaksın sanıyordum. Fakat heyhat…
 
 
 
[1] Ayrılmak, dağılmak. Hicran.
[2]  Lezzetli, tatlı.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar