Memduh Şevket Esendal'ın Öykücülüğü ve Uğursuzluk Adlı Hikayesi

04.01.2020

Memduh Şevket Esendal'ın Öykücülüğü ve Uğursuzluk  Adlı Hikayesi

 

 

 

Esendal Ve  Öykücülüğü 

Uğursuzluk adlı hikayesi Türk Edebiyatının en önemli kısa öykü yazarlarından birisi olan Memduh Şevket Esendal ‘ın  ilk kez 1925 yılında kendi çıkarmış olduğu  Meslek adlı gazetesinde 1925 yılında yayımlanan bir öyküsüdür.(   -M.Ş. Esendal , “Küçük Hikâye: Uğursuzluk," Meslek, sayı 37, 25 Ağustos 1925, s. 11-12 )

Esendal’ın hikâyelerinden bazılarını ölümünden sonra Dost Yayınevi Otlakçı ve Mendil Altında adıyla iki kitap halinde yayınladı. 1957-1958

Arkadaşları tarafından adının kısaltması olarak MEŞE olarak anılan Esendal Sait Faik ile birlikte durum, kesit hikâyeciliği denilen Çehov Tarzı öykücülüğün edebiyatımızdaki en önemli isimlerinden biridir.  MEŞE, 1908 yılından hayatının sonuna kadar siyasetin içinde olmuş;   “Rusça ve Farsça bilmesi nedeni ile önemli yerlere atanmış”;  müfettişlikten, büyükelçiliğe ve milletvekilliğine kadar çok çeşitli görevlerde bulunmuş, buna rağmen edebi kimliğini siyasi kimliğinden daha da önemli görmüştü.  Bu nedenle yazılarlı ile siyasi kimliğini karıştırmamak için çok sayıda müstear ad kullanmış, siyasi hayatı yüzünden aşınan kimliğini ve ismini kimi eselerinde kullanmak istememişti.

Çok sayıda müstear ad kullanmış olan Meşe’nin öykücülük hayatındaki en verimli yılları 1925 ile 1926 yılları arasında Mesl ek adlı gazetesini çıkardığı yıllarda oldu. Meslek Gazetesi 38 haftada 38 sayı olarak çıkmış ve 38 sayıda MEŞE’nin 35 öyküsü yayınlanmıştı.  Fakat İzmir Suikastının ardından iktidar tarafından yurtdışına büyükelçi olarak gönderilmiş Meslek Gazetesi de yayın dünyasından çekilmişti. 

Türk edebiyatının en önemli hikâye yazarlarından ve hikâyeciliğimizin kilometre taşlarından biri olan MEŞE yarım asırlık bir zaman dilimi içinde çeşitli siyasi ve edebi çevreler içinde yer almış, hayatının önemli bir bölümünü yurt dışında geçirmiş i başı, sonu belli olmayan kısa hikâyeler yazmıştı. Bu hikâyelerinin pek çoğunda ise yakından tanıdığı küçük memurların gündelik hayatlarındaki küçük düşlerini, büyük sorunlarını, küçük dünyalarında gelip geçen anlık hayal kırıklıklarını ve sıradan hayatlarını anlattı.

UĞURSUZLUK

 

Beşinci şubeden Hayri geldi; otuz, otuz beş yaşlarında, bekâr, üstü başı düzgün, biraz saf, gayet terbiyeli bir memur; elinde imza edilecek evrak, göğsünü ilikleyip müsteşarın kapısına yaklaştı.    

— Beyefendinin yanında kim var? Diye, hademeden sordu. Hademe dışarıda imiş, yeni gelmiş, o da arkadaşına seslendi:

— Kim var Hasan?

— Ben bilmem; ben görmedim, Ali'ye sor...

        Ali de ortada yok! İçeride kim olduğu anlaşılamadı; Hayri Efendi bir lahza tereddüt etti sonra kapıya büsbütün yaklaşıp iki üç, işitilmez darbecik vurdu ve cevap beklemeyerek dikkatle, yavaşça tokmağı çevirdi. Odada iki misafir ile bir de levazım müdürü varmış, misafirler bir köşede yavaş sesle sohbet ediyorlar, levazım mü­dürü de müsteşarın önünde ayakta duruyor, bir kâğıt okutturuyordu.

Hayri Efendi ayakta bekledi, müsteşar kâğıdı okudu, levazım müdürü ile konuştu. Bir derkenar yazacak oldu, ancak ona da karar veremedi, nihayet kâğıdı yarına bıraktı Ve levazım müdürü çıktıktan sonra Hayri Efendi'ye baktı. İkindi güneşi odanın içinde kaynıyor ve sigara dumanlarıyla oda hamam halvetleri gibi insanı terletiyordu. Müsteşar terini silerek Hayri Efendi'nin uzattığı kâğıtları birer birer okuyup imza etmeğe başladı. Hayri Efendi imzalanan evrakı kurutup dosyasının üzerine bırakıyor ve müsteşara yeni bir kâğıt uzatıyordu. Son kâğıdı verirken müsteşar sordu:

— Kitapçının parası gönderilmedi mi?

Hayri Efendi anlayamadı:

— Efendim? Diye sordu.

— Kitapçının parası gönderilmedi mi?

"Hayır, efendim, gönderildi" diyecekti. Fakat birdenbire beceremedi. Yalnız:

_ Hayır efendim... Dedi. Ve o esnada müsteşar konuşan misafirlerin sözlerine kulak misafiri olup, lakırdılarına karıştığı için sözünü bitiremedi.

— Müdür beyi gönderiniz.

— Peki Efendim.

Hayri Efendi, müsteşarın emrini müdüre söyledi ve gi­dip yerine oturduysa da kendisinden pek memnun değildi müsteşarın sözlerini tekrar ettirmişti. Yeni gelen kâğıtlan dalgın dalgın karıştırmaya başladı. Müdür yukarı çıkmıştı fakat durmayıp avdet etti ve kızgın bir çehre ile Hayri Efendiye hitap edip:

       _ Kitapçının parasını postaya vermediniz mi? diye sordu.

       — Verdik!

       _ Ee, ne için yukarıda "vermedik" diyorsunuz. Bir gün beni bu adamla kavga ettireceksiniz... Nerede makbuzu

— Bende...

— Veriniz bana

Hayri Efendi donmuş kalmış idi. Müsteşarın suali hala kulağında idi, o "gönderilmedi mi" diye sormuştu. Ona cevap "hayır' demişti, bundan gönderilmediği manası çıkmaz ki... "Hayır, efendim, gönderildi" deseydi elbette daha açık olurdu. Fakat araya lakırdı karıştı. Demek müsteşar noksan anlamış, noksan değil, büsbütün yanlış anlamış ve müdürü çağırıp ihtimal ağır söylemiştir, ancak şimdi makbuzu gösterip beraat edince, ikisi de kabahati Hayri Efendiye yükletecekler... Onun dikkatsizliğine, onun işe ehemmiyet vermediğine hükmeyleyecekler. Gördün mü belayı!.. Zaten bir haftadan beridir bütün işleri böyle aksi gidiyordu. Yanlışlık ile acaba sol taraftan mı kalktım?" diye düşünmeye başladı. Ve kendince uğur denediği bazı beyitleri okudu. Müsteşara kendi cevabının doğru olmadığını nasıl anlatmalı. Şimdi yukarıda şüphesiz onun aptallığından ve unutkanlığından, ihtimal sersem ve işe yaramaz bir memur olduğundan bahsediyorlardı. Böyle beceriksiz ve zavallı olmak onu öldürüyordu. Hayata karşı kalbinde derin bir infial duyuyordu. Şu dakika her şeyden soğumuş, her şeyden bizar idi. Hiç bir şeyin faydası yok. Bütün hayat boş, bîluzum...

Müdür ile müsteşar bir yerde konuşurken gidip anlatsa. Müsteşara sualini ve ona kendi verdiği cevabı ihtar eylese! Fakat odaya nasıl girmeli? Ne demeli?

Dalgın kapıya doğru yürüdü. Belki bu dalgınlık ile yukarı da çıkacaktı. Fakat kapı açıldı, müdür girdi, onu gör­memiş gibi gidip yerine oturdu ve evrak ile meşgul olmaya başladı. Çehresinden dargın olup olmadığını anlamak mümkün değildi. Hayri Efendi derdini hiç olmazsa müdüre olsun anlatmalıdır, artık bu kadar da olmaz, bir kabahati olsa ne ise... yok iken...

Dudakları arasından, uğurlu saydığı mısraları alelacele tekrar edip müdürün masasına yaklaştı:

— Müdür bey, dedi; müsteşar bey bana "Kitapçının parası gönderilmedi mi?" diye sormuşlardı, bendeniz "hayır efendim gönderildi" diyecek yerde her nasılsa yalnız "hayır efendim" demişim. Mamafih zat-ı âlileri de teslim buyurursunuz ki, yine bendenizin cevabım doğrudur. Bundan gönderilmedi manası hiç bir vakit de çıkmaz. Onun için... Ben zat-ı âlilerinin ve müsteşar beyefendinin... "Teveccühlerini kay­betmek istemem," diyecekti; fakat sözünü bitirmedi. Müdür bey cevap verdi.

— Müsteşar bey, size para gönderildi mi? diye sormuş size de itiraf ediyorsunuz "hayır efendim" diye cevap vermişsiniz. Artık bunun şöylesi böylesi yok. Dikkatsizlik ediyorsunuz, sonra tamire kalkışıyorsunuz. Ne olacak? Bir gün bir, mafevk yanında mahcup düşeceğim. Ama ben yalnız sizin için söylemiyorum ama Bütün bizim kalem böyle, geçen gün de 'Sıtkı Efendi o kör herifin istidasını kaybetti. Müsteşar bey bana söylemedik söz bırakmadı. Bugün de siz parayı kendi elinizle verdiğiniz halde vermedik deyip çıkıyorsunuz... Artık ben ne diyeyim?

“Fakat müdür beyefendi…”

Müdür sözünde devam ederek:

"- Sinek bir şey değil, fakat mide bulandırır. Bunun bugün elbette bir ehemmiyeti yok; fakat yarın mühim bir şey de olabilir. Ve o zaman ne deseler hakları var. Asıl lakırdının ağırını size değil, bana söylüyorlar. Adama zaten bir şey söylemek lazım değil, mahkûm ederler. Devlet memuriyetidir bu, şakaya gelmez.

“Fakat müdür beyefendi…”

Müdür yine sözüne devam ederek:

"- Ben de sizin gibi mağdur oldum. Fakat hayatta bir defa amirlerime söz getirecek harekette bulunmadım. Bizim bildiğimiz memuriyet böyledir, arkadaşlık böyledir.

Müdür işi nasihate döktü, bütün kalem dinliyordu. Hayri Efendi, müdürün önünde ayakta, ne bir şey söyleyebiliyor, ne dönüp yerine oturabiliyordu. Artık iş nasihate döndükten sonra tekrar işi tazeleyip beraat etmeğe uğraşmak olmayacaktı. Fakat nihayet, sanki haksız imiş gibi mahkûm oluyordu. Müsteşar nazarında, müdür ve bütün kalem mahkûm idi. Kendi sersemliğiyle arkadaşlarına da söz getirmiş oluyordu. "

Müdürün uzun bir nasihatinden sonra vakıa onunla barışılmış oldu ve müdür de uzun bir nasihat verdiğine memnun olup yüzü gülmeye başladı ise de hata da kendi üzerine yamandı kaldı; fazla olarak müsteşar da onu kabahatli görecekti.

Kalemde ne ise... Fakat müsteşar yanında böyle kalmak onu meyus ediyordu. Kendinden bizar, dünyadan, insanlar­dan her şeyden bizar, eve döndü. "Acaba bunu tashih etmeye imkân yok mu?" diye düşünüyordu. Müsteşarın yanına çıkıp meseleyi izah etmeğe ne mani var? Bir memur için amiri nezdinde böyle lekeli kalmaktan ise büsbütün kovulmak elbette hayırlıdır. Sabah daireye erken gidecekti; müsteşarı odasında yalnız bulacak ve ona kendi sualini hatırlatacak, verdiği cevabın noksan olduğunu itiraf ile beraber yanlış olmadığını da söyleyecek. Bunları düşünürken yerinden kal­kıyor, ceketini kavuşturur gibi gecelik entarisini iki taraftan çekiyor, kapıyı vuruyor, topu çevirip içeri giriyor. Ve mırıl­danarak "bir şey arz etmek için müsaade-i âlilerini rica ede­rim, geçen gün evrak imza ettirmek için nezdi-i âlilerine gel­diğim vakit kitapçının parası için sual buyrulmuştu." diye başlayıp işi izah ediyor, fakat ifadenin pek uzun olacağını görüp ikmal etmiyor, tekrar yerine oturup düşünmeye baş­lıyordu.

Şifahen söylemekten ise müsteşara bir mektup yazmak daha kolay olacağı hatırına geldi. Mektubu yazıp odacıya verecek ve neticesine muntazır olacaktı. Elbette müsteşar mektubu okuyunca onu çağıracak. O zaman gidip etekleyecek, maksadını izah edecek, kendi hatası olmadığını ispat eyleyecek, amirlerine sadakat ve merbutiyetini gösterecek, müsteşar onu taltif edecek, sonra kaleme gelip arkadaşları­nın nezdinde de beraat eylemiş olacaktı. Bu çareyi düşünebildiğine çok memnun oldu. Hemen müsteşara yazacağı mek­tubun müsveddesini yapmaya başladı

"Muhterem müsteşar beyefendi..." yahut daha resmi ol­mak için "Muhterem beyefendi hazretleri..." pek soğuk! Daha iyi elkab kullanmalı mektubun tesiri iptidasındadır. "Arz-ı naçizidir!" bu da adeta bir arkadaşa mektup yazar gibi... Bir türlü bir karar verip mektuba başlayamıyordu. "Elkabını sonra yazarım!" dedi ve mektuba başladı. "Bundan birkaç gün mukaddem bendeleri bazı evrak imza ettirmek bahane­siyle huzur-ı âlilerine dâhil olmuş idim. İmzayı müteakip zatıâlileri kitapçının paralarının gönderilip gönderilmediğini sual buyurmuşlardı..." Bu kadar yazdıktan sonra okudu beğenmedi, "Odun gibi bir ifade, damdan düşer gibi yazılır mı?

 

        Derdimizi anlatalım derken bir de bu mektupla bir suitesir uyandıracağız." diye düşündü ve evvela bir mukaddeme yap­mak istedi: "Zat-ı âlilerine karşı, bendelerinin hulus ve ubu­diyet derecesini ancak Cenabı-ı Hak bilir..." Olmadı. "Ge­çenlerde huzur-ı âlilerinde cereyan eden bir mesele hakkında zat-ı âlilerine bazı güna izahat itasına... (müsaade-i devlet­lerini) mi demeli? Yoksa (kendimi mecbur görüyorum...) gibi bir şey mi yazmalı?" Tereddüt etti. Elkab gibi buna da bir karar veremiyordu. Ve yazarken okur ve düşünür ve gezinir­ken kendisince uğursuz bellenilmiş şeyleri yapmamaya çalışı­yordu. Bugün sabahtan beri pek ziyade korkak ve mütered­dit olmuştu. İkide birde kendi mukaddes mısralarından bir­kaçını okuyordu.

Zihni pek ziyade karışmış, vücudu yorulmuş idi; hiç bir şey yazamayacağını görüp yatmağa karar verdi. "Yarın ka­lem vaktinden evvel kalkıp bir şey düşünürüm" diyordu. Fakat ertesi gün de hiç bir şeye karar veremedi. Ve sabah­leyin daireye giderken, ölüme gider gibi derin bir yeis, bir korku hissediyordu. Artık kalemi, işleri hepsi ona yaban­cıydı. Artık müsteşara evrak imzalatmaya gidemiyordu.

Aradan henüz üç beş gün geçmiş idi ki, bir gün evden daireye giderken müsteşarı önünde gördü, o da daireye doğru gidiyordu, birden içinden gelen bir cesaretle sokuldu. Selam verdi. Müsteşar dalgın gidiyormuş, adeta korkar gibi oldu, sonra vakarını takınıp yolunda devam etti. Hayri Efendi de onun bir adım gerisinde gidiyor ve birkaç günden beri zih­ninden geçen şeyleri mırıldanıyordu. Müsteşar döndü ve:

"- Bir şey mi söylüyorsunuz? Dedi. "- Maruzatım vardı da...

"- Müstacel mi? Dairede söyleseniz olmaz mı?

"- Baş üstüne, emredersiniz! Dedi; fakat pek ziyade mahcup oldu; ezildi. Ve o gece oturup bütün bir haftadır başına gelen bu mahcubiyetlerin, bu üzüntülerin sebebini düşünmeğe başladı; hele birkaç gündür sağ taraftan kalkmadığında hiç şüphe yoktu. Buna dikkat ediyordu. Gece tırnaklarını kesmemişti, kendince uğursuz saydığı türküler­den hiç birini işitmediğine, hatta hatırına bile getirmediğine kaildi. O halde bir şey kalmıyor. Bir hafta önce yatağının yerini değiştirmişti. Bu uğursuz gelmiş olacak!.. Bu kadar gündür nasıl olup da bunu düşünemediğine şaştı. Ve hemen masayı, sandalyeleri kaldırıp, duvara yapıştırdığı resimlerin yerlerini değiştirip yatağını eski yerine çekti. Bunlar onca tecrübe olunmuş şeylerdi, mantıki hiç bir mülahaza bu kanaati sarsamazdı. Odasını eski haline koyup her şeyi yerli yerine astıktan ve taktıktan sonra, yarın baht ve talihinin değişeceğine, bir haftadan beridir onu üzen, öldüren uğursuzlukların zail olacağına kani olarak, büyük bir ümit, büyük bir istirahatla yatıp uyudu.

Mahmut Şevket Esendal

İLGİLİ LİNKLERİMİZ

 

Mustafa Memduh Şevket Esendal Hayatı ve Edebi Kişiliği

Ayaşlı ve Kiracıları Hakkında ve Özeti Memduh Şevket ESENDAL

Vassaf Bey Romanı ve Hakkında Memduh Şevket Esendal

Ayaşlı ve Kiracıları Hakkında Memduh Şevket ESENDAL

Memduh Şevket Esendal Miras Romanı Hakkında Konusu ve Özeti

Memduh Şevket Esendal 'ın Öykücülüğü ve Mendil Altında Hikayesi Metni

Mustafa Memduh Şevket Esendal Öyküleri ve Bu Yollar Uzar Öyküsü

Mustafa Memduh Şevket Esendal'ın Durum Hikayeciliği ve Otlakçı Adlı Hikayesi

Memduh Şevket Esendal'ın Öykücülüğü ve Pazarlık Hikayesi

Sevdiğim Öykü Konusu Metni ve Mustafa Memduh Şevket Esendal

Memduh Şevket Esendal Bir Kucak Çiçek Öyküsü Konusu ve Özeti

Memduh Şevket Esendal'ın Öykücülüğü ve Uğursuzluk Adlı Hikayes

İhtiyar Çilingir Konusu Metni ve Memduh Şevket Esendal'ın Öykücülüğü

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar