Milianah’ta Gezi Notları ve Alponse Daudet Hakkında

29.03.2020

 
Milianah’ta Gezi Notları  ve  Alponse Daudet Hakkında 
 
Milianah’ta Gezi Notları adlı öykü Güney Fransa'nın Nimes kentinde1840 yılında  doğmuş olan  Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden birisi olmaktadır.
 
Değirmenimden Mektuplar   ilk kez 1869 yılında Paris’te Hetzel yayınevi tarafından yayımlanmış daha sonra pek çok dile çevrilen eser dünya edebiyatının en tanınmış öykü kitaplarından birisi haline gelmiştir.
 
Daudet , bu öykülerinin büyük çoğunluğunu Paris yakınlarındaki Fontvielle’de  satın alıp, yazlık ev olarak kullandığı değirmeninde yazmıştır. Fakat  Daudet’in bu kitabındaki öykülerin bazıları Korsika , Sardunya Adası ve Cezayir’e yaptığı gezilerde edindiği izlenimlerden oluşan öyküler olmaktadır.  Nitekim    Sanguinaires Deniz Feneri ,  Gümrük Kolcular, Sémillante’in Can Çekişmesi,  adlı öyküleri Kosika ve Sardunya adalarına yaptığı gezilerde edindiği izlenimler ve şahit olduğu olyalara ve konularla ilişkili öyküleri olmaktadır.
 
 Daudet’in bu öyküsü ise Cezayir’e yaptığı bir geziye ve Arap  olarak belirtse bile yörede çok saygın Türk Asılı bir bey olduğu anlaşılan Seyit Ömer adlı bir karakter ile ilgili anı ve gözlemlerine dayanır. Daudet’in bu öyküsü bu nedenle Türk asıllı okurlar için ilginç bir öyküsü olmaktadır.  Öykü o yıllarda henüz bazı kesimleri Osmanlı İdaresinde olan Cezayir’in  Fransızlar tarafından yer yer işgal edilmeye başlandığını belli eden tarihi gerçeklere de dayanır.
 
“Cezayir'in güzel bir kasabasına götürüyorum... Böylece dümbeleklerle ağustosböceklerinden biraz uzaklaşıp başımızı dinlemiş oluruz ………Seyyid Ömer'in dükkânı var, ama kendisi dükkâncı değil. O, soydan gelme bir bey, yeniçerilerin boğup öldürdüğü eski bir Cezayir dayısının oğludur.”
 
Seyid Ömer’in  yereldeki Osmanlı Bey’i ile muhalefete düştüğü , bu yüzden Fransızlarla birlikte hareket etmeye başladığı ,  hatta Fransızlar namına Cezayir beyi ile en şiddetli çatışmalara giren bir savaşçı olduğu anlatılır.  En ilginç olanı, Arap, İspanyol, Yahudi, Fransızlar ve zencilerin bir arada olduğu bu muhitte en saygın kişinin Seyid Ömer olarak ifade edilmesi de ilginçtir.
 
Duvara Hamadi adında bir amiralin utkularını gösteren eski bir Türk tablosu asılmış. Anlaşılan Türkiye'de ressamlar her tabloya bir tek renk kullanıyorlar. Bu tablo da yalnızca yeşille yapılmış; deniz, gökyüzü, gemiler, amiral Hamadi bile, her şey yeşil, hem de ne yeşil!..”
 
MILIANAH'DA  GEZİ NOTLARI
 
Bu kez sizi, günübirliğine, değirmenden iki üç yüz fersah uzağa, Cezayir'in güzel bir kasabasına götürüyorum... Böylece dümbeleklerle ağustosböceklerinden biraz uzaklaşıp başımızı dinlemiş oluruz.
 
...Yağmur yağacak, gökyüzü kapanık. Zaccar dağının tepelerini sis bürümüş. Đç kapayıcı bir pazar günü kısacası... Oteldeki küçük odamda, Arapların kale duvarlarına bakan pencere açık; sigara üstüne sigara içerek, kendimi oyalamaya çalışıyorum... Otelin bütün kitaplığı buyruğumda. Pek ayrıntılı bir "Kayıt ve Tescil İşlemleri Tarihi"yle Paul de Kock'un birkaç romanı arasında, Montaigne'den bir tek cilt buldum... Kitabı rastgele açtım ve La Boétie’nin ölümüyle ilgili o olağanüstü mektubu bir daha okudum... Bakın şimdi de, eskisinden daha düşünceli, daha sıkıntılı oldum... Yağmur damlamaya başladı. Pencerenin pervazına düşen her damla, orada geçen yılki yağmurlardan kalma katmerli tozlar üstünde geniş bir yıldız çiziyor...
 
Kitap ellerimden kayıyor ve ben bu gamlı yıldıza baka baka, epey zaman olduğum yerde kalıyorum...
Kasabanın saat kulesi ikiyi çalıyor. Saat kulesi dediğim yer, buradan ince beyaz duvarlarını görebildiğim eski bir türbedir. Hey gidi zavallı türbe, hey. Bundan otuz yıl önce, kim derdi ki bir gün göğsünün ortasında belediyenin kocaman bir saat kadranını taşıyacak ve her pazar, saat ikide Milianah kiliselerine ikindi duası için çan çalma işaretini verecek? Dan! Dan! Dan! İşte çanlar da çalmaya başladı!.. Merak etmeyin, epey uzun sürer... Doğrusu bu oda da pek iç sıkıcı... Felsefi düşünceler de denen iri iri örümcekler, bütün köşe bucağa ağlarını örmüşler...
Güpegündüz, hayırdır inşallah! Haydi sokağa...
 
* * *
 
Kasabanın büyük alanına varıyorum. 3. Piyade Alayı'nın öyle birazcık yağmurdan gözü yılmayan bandosu, şeflerinin çevresine halka olmuş. Tümen karargâhının bir penceresinde, yanında kızlarıyla general kendini gösteriyor; alanda ilçe kaymakamıyla sulh yargıcı kol kola girmiş bir aşağı bir yukarı dolaşıyorlar. Yarım düzine kadar yarı çıplak Arap çocuğu, bir köşede cırlak cırlak bağrışarak zıp zıp oynuyor. Ötede, kılığı dökülen yaşlı bir Yahudi, dün aynı yerde bıraktığı güneş ışığını aramaya gelmiş, bulamayınca şaşırıp kalıyor... "Bir, iki, üç... haydi!"
 
Bando, geçen kış laternaların penceremin altında çalıp durdukları Talexy'nin eski bir mazurkasına başlıyor. Bu mazurka, eskiden pek canımı sıkardı, bugünse gözlerimden yaş getirecek denli dokundu bana.
 
Ah bu 3. Alay'ın bandocuları; nasıl da mutlu insanlar! Gözler, on altılık notalara dikilmiş, tempo ve şamatayla kendilerinden geçmişler, usul tutmaktan başka bir şey düşünmüyorlar. Ruhları, bütün ruhları, çalgılarının ucunda, iki bakır maşa arasında titreyen o el kadar geniş, dört köşe kâğıdın içinde... Bu babacanlar için, her şey bu. Çaldıkları ulusal ezgiler, hiçbir zaman yüreklerine gurbet acısı düşürmemiş... Ne yazık ki, ben bando üyesi değilim. Çaldıkları parça bana dokunuyor. Uzaklaşıyorum.
 
* * *
 
Bu yağmurlu pazar gününün geri kalan saatlerini nerede geçirsem acaba? Ne güzel! Seyyid
Ömer'in dükkânı açık... Seyyid Ömer'e uğrayalım.
 
Seyyid Ömer'in dükkânı var, ama kendisi dükkâncı değil. O, soydan gelme bir bey, yeniçerilerin boğup öldürdüğü eski bir Cezayir dayısının oğludur. Babası ölünce, Seyyid Ömer pek sevdiği annesiyle birlikte Milianah'ya sığınmış ve burada, portakal ağaçlarıyla, şadırvanlarla dolu pek serin ve güzel saraylarda, zağarları, şahinleri, atları ve karıları arasında birkaç yıl egemen bir derebeyi gibi yaşamış. Fransızlar gelmiş. Başlangıçta bizim düşmanımız ve Abdülkadir'in bağdaşığı olan Seyyid Ömer, sonunda beyle bozuşmuş ve gelip bize boyun eğmiş.
 
Bey, öcünü almak için Seyyid Ömer'in bulunmadığı bir sırada Milianah'ya girmiş, saraylarını yağma etmiş, portakal ağaçlarını söktürmüş, atlarıyla karılarını alıp götürmüş ve annesini, boynunu büyük bir sandığın kapağına kıstırarak öldürtmüş... Seyyid Ömer'in öfkesi korkunç olmuş. Hemen Fransa'nın hizmetine girmiş ve beye karşı açtığımız sefer sürdükçe, ondan daha yiğit, daha yırtıcı bir askerimiz olmamış. Savaş bitince, Seyyid Ömer Milianah'ya dönmüş. Ama bugün bile, önünde Abdülkadir'den söz edildiğinde öfkeden rengi atar,gözlerinden şimşek çakar.
 
Seyyid Ömer altmış yaşındadır. Bunca yaşlı, üstelik bir de çiçek bozuğu olmasına karşın, yüzü güzelliğini koruyor. Uzun kirpikler, bir kadın bakışı, sevimli bir gülümseyiş, soylu bir eda.
Savaş yüzünden malı mülkü yok olmuş, kendisine eski varlığından Chelif ovasında bir çiftlikle, Milianah'da gözü önünde yetiştirdiği üç oğluyla birlikte kendi halinde yaşadığı bir ev kalmış.
Yerli reisler, kendisine büyük bir saygı gösteriyorlar. Aralarında bir anlaşmazlık çıkınca, hemen onu yargıcı yapıyorlar; onun yargısı da hemen her zaman yasa yerine geçiyor. Sokağa pek az çıkar. Kendisini, her gün öğleden sonra evine bitişik ve kapısı sokağa açılan dükkânda bulabilirsiniz. Buranın döşemesi, hiç de gösterişli değil. Ak badanalı duvarlar, çepeçevre tahta bir sedir, minderler, çubuklar, iki mangal... Đşte Seyyid Ömer'in, herkesin derdini dinlediği ve anlaşmazlıklarına baktığı yer, burasıdır. Sanki dükkânda yargıçlık eden bir Hazreti Süleyman.
 
* * *
Bugün pazar, içerisi epey kalabalık. On iki kadar oymak reisi, sırtlarında burnusları, çepeçevre sedire bağdaş kurmuşlar. Her birinin yanında uzun bir çubukla örme bir zarf içinde küçücük bir kahve fincanı var. İçeriye girdim, kimse yerinden kımıldamadı... Seyyid Ömer, oturduğu yerden en tatlı gülümseyişiyle beni karşıladı ve eliyle, yanıbaşında sarı ipekten büyücek bir mindere buyur etti. Sonra parmağını dudaklarına götürerek, ses çıkarmayıp dinlememi anlattı.
 
Olay şu: Bir toprak parçası sorunu yüzünden Beni-Zougzoug oymağının başkanıyla Milianahlı
Yahudi'nin biri arasında anlaşmazlık çıkmış, her iki taraf da davayı Seyyid Ömer'e anlatmak ve onun yargısına razı olmak konusunda anlaşmışlar. O gün de duruşma günüymüş. Tanıklar çağrılmış; ama bizim Yahudi birdenbire caymış, tanık filan getirmeden, yalnız başına gelmiş ve bu iş için artık Seyyid Ömer'e değil, Fransızların sulh yargıcına başvurmak niyetinde olduğunu söylemiş... Ben içeriye girdiğimde, iş bu aşamadaydı.
 
Yahudi (sarımtırak sakallı, kahverengi pantolonlu, mavi çoraplı, kadife kasketli, yaşlı bir herif) başını yukarıya kaldırıyor, yalvaran gözleri fıldır fıldır Seyyid Ömer'in pabuçlarını öpüyor, boynunu büküyor, diz çöküyor, ellerini kavuşturuyor... Arapça bilmem, ama Yahudi'nin bu sözsüz oyunundan, ağzından düşürmediği "Zouge de paix, Zouge de paix" sözlerinden, bütün bu dil dökmelerin anlamını çıkarıyorum:
 
- Biz Seyyid Ömer'den kuşkulanmayı aklımıza getirmeyiz; Seyyid Ömer, yargıçtır; Seyyid Ömer, adaletlidir... Ancak şu var ki, Zouge de paix, bizim işimizi daha iyi görür.
Orada bulunanların hepsi bu işe pek içerlemişti, ama serde Araplık var, hiç kimse istifini bozmuyor... Seyyid Ömer, (alaycıların şahı) sedirine yaslanmış, gözleri dalgın, dudaklarında çubuğun kehribar ucu, bütün bu sözleri gülümseyerek dinliyor. Yahudi en dolambaçlı sözlerinin tam ortasındayken, biri "Caramba"yı basıyor ve herifin sözünü ağzına takıveriyor. Bu adam, oymak başkanının tanığı olarak gelmiş bir İspanyol göçmeni... Yerinden kalkıyor, Yahudi'ye  yaklaşarak, her dilden, her türlü, hatta aralarında burada yinelenemeyecek denli okkalı bir Fransız sözü de içinde olmak üzere bir sepet dolusu sövgüyü herifin tepesinden aşağı boşaltıyor... Seyyid Ömer'in Fransızca bilen oğlu, babasının önünde böyle bir sözcüğün geçtiğini duyunca kıpkırmızı kesiliyor ve dışarıya çıkıyor. (Arap eğitiminin bu özelliğini unutmamalı.) İçerdekiler yine istiflerini bozmuyorlar, Seyyid Ömer de hep gülümsüyor. Yahudi ayağa kalkıyor, korkudan titreye titreye ama şu "Zouge de paix, Zouge de paix" teranesine de hız vererek, geri çekile çekile kapıyı buluyor, çıkıyor.
 
İspanyol, öfkeden kan beynine sıçramış, peşinden fırlıyor, herifi sokakta yakalayarak suratına iki sille aşkediyor... Yahudi, kollarını açarak, dizüstü çöküveriyor. Yaptığından biraz utanan İspanyol da yeniden dükkâna giriyor...
İspanyol’un içeriye girmesiyle Yahudi'nin yerinden kalkması bir oluyor, çevresini saran rengarenk kalabalığı sinsi sinsi bir süzüyor. Ortada her türlü insan var: Maltalılar, Mahonlular, Zenciler, Araplar. Ama hepsi de Yahudilere kin beslemekte birlik; bir Yahudi'ye böyle kötü davranıldığını görmekten hoşnut... Yahudi bir an duraklıyor, sonra bir Arabı, burnusunun eteğinden yakalayarak:
- Sen gördün Ahmet, diyor, sen gördün! Sen buradaydın. Gâvur beni dövdü. Tanığım olursun, ha? Tanığım olursun değil mi?
Arap, burnusunu çekip kurtarıyor ve Yahudi'yi itiyor. Bir şey bildiği yok ki, hiçbir şey görmemiş; tam o sırada başını çevirmiş bulunuyormuş...
Zavallı Yahudi, bir frenkinciri soymakta olan şişman bir zenciye:
- Aman, sen Kaddur, diyor, sen gördün... Gâvurun beni nasıl dövdüğünü gördün... Zenci aşağılama anlamında yere tükürüyor ve kalkıp gidiyor. O da hiçbir şey görmemiş.
Külahının altında gözleri kor gibi hınzır hınzır parlayan, şu ufak tefek Maltalı da hiçbir şey görmemiş. Başında nar sepeti, gülerek kaçıp giden şu karayağız Mahonlu kadın da hiçbir şey görmemiş...
 
Yahudi istediği denli bağırsın, yalvarsın, tepinsin... Kimse tanık olmuyor, kimse bir şey görmemiş... Bereket versin, iki dindaşı, tam o sırada, sünepe sünepe duvar diplerine sürtünerek sokaktan geçiyor. Bizim Yahudi onları görüyor:
- Çabuk, çabuk, kardeşlerim! Çabuk dava vekiline! Çabuk sulh yargıcına!... Sizler, gördünüz elbette... Benim gibi yaşlı bir adamı nasıl dövdüklerini gördünüz!...
Hiç görmez olurlar mı? Elbette görmüşlerdir!...
... Seyyid Ömer'in dükkânında dehşetli bir heyecan... Kahveci, fincanları dolduruyor, çubukları yakıyor, konuşan konuşana, kahkahayı atan atana. Bir Yahudi'nin dayak yediğini görmek, pek keyifli şey!... Şamatanın, tütün dumanının arasından, usulcacık kapıya yaklaşıyorum. Niyetim,
Yahudi mahallesinde biraz dolaşarak, dindaşları, kardeşlerine yapılan bu aşağılamaya ne diyorlar, onu anlamak...
Babacan Seyyid Ömer bana:
- Bu akşam yemeğe gel, mösyö! diye bağırıyor.
Çağrıyı kabul ederek teşekkür ediyorum. Artık dışarıdayım.
Yahudi mahallesinde herkes ayaküstünde. Olay çoktan almış yürümüş. Dükkânlarda kimsecikler yok. İşlemeciler, terziler, saraçlar, kısacası bütün İsrailoğulları sokağa dökülmüş... Kadife kasketli, mavi çoraplı adamlar, öbek öbek toplanmış, çırpına çırpına bağrışıp duruyorlar... Solgun benizli, yahni yanaklı, yüzleri kara şeritlerle çevrili, sırma göğüslüklü düpedüz entarileri içinde tahtadan oyulmuş putperest yontuları gibi dimdik duran kadınlar, miyavlaya miyavlaya, bir öbekten öbürüne geliyorlar... Tam oraya vardığım sırada, kalabalık dalgalanır gibi oldu. Herkes koşuştu, itişip kakıştı... Serüvenin kahramanı Yahudi, tanıklarının omzuna dayanmış, iki geçeli dizilen kasketlilerin arasından bir "Ha babam, haydi!" tufanı içinde geçiyor:
- Al öcünü kardeş, öcümüzü al, Yahudilerin öcünü al. Hiç korkma, arkanda yasa var.
Çam sakızıyla meşin eskisi kokan suratsız bir cüce, miskin miskin, ahlaya uflaya, yanıma sokuluyor ve bana:
- Görüyorsun ya, diyor, biz umarsız Yahudilere neler yapıyorlar! Şu zavallı yaşlı adama bak.
Zavallıyı öldüresiye dövmüşler.
 
Gerçekten zavallı Yahudi, canlı cenaze gibi. Gözlerinin ışığı uçmuş, surat allak bullak, önümden geçiyor. Geçiyor ama yürümüyor, sürükleniyor. Onu ancak bolca bir ödeme iyi edebilir. İşte, aslında bunun için herifi hekime değil, dava vekiline götürüyorlar.
 
* * *
 
Cezayir'de ne kadar çekirge varsa, hemen hemen o kadar da dava vekili vardır. Anlaşılan bu iş, pek kazançlı... Belki de şu iyiliği var ki, insan bu işe sınavsız, kefaletsiz, uygulamasız, değirmene girer gibi girebiliyor. Nasıl biz Paris'te yazın adamı oluveriyorsak, Cezayir'de de insan öyle dava vekili olabiliyor. Bunun için de biraz Fransızca, Đspanyolca ve Arapça bilmek, dağarcığında bir yasa kitabı bulundurmak ve her şeyden önce de işini iyi yapmak yeter.
 
Dava vekilinin türlü türlü işleri olur; sırasına göre avukat, noter, aracı, bilirkişi, çevirmen, sayman, komisyoncu, dilekçecidir; kısacası sömürgenin Maître Jacques'ı! Yalnızca Harpagon'un
(*) bir tek Maître Jacques'ı vardı, sömürgedeyse gereğinden çok... Yalnız Milianah'da bile bunlar sürüyle... Yazıhane giderinden kurtulmak için, bu efendiler çoğunlukla müşterilerini büyük alandaki kahvede kabul ederler ve akıl danışanlara, absentle champoreau (**) içimi arasında akıl öğretirler. (Artık nasıl öğretirler, bilmem.)
İşte bizim onuruna düşkün Yahudi de, yanında iki tanığı, büyük alandaki kahveye doğru yola düzüldü. Artık onların peşini bırakalım.
 
* * *
Yahudi mahallesinden çıktım, Arap işlerine bakan dairenin önünden geçiyorum. İnsan dışarıdan bakınca, arduvaz örtülü çatısı ve üstünde dalgalanan Fransız bayrağıyla, burasını bir köy belediye dairesi sanır. Çevirmeni tanırım. Haydi girelim de, karşı karşıya birer sigara içelim.
Aslında, bu güneşsiz pazar gününün sonunu sigara içe içe getireceğiz sanırım. Kalemin önündeki avlu, üstü başı dökülen Araplarla tıklım tıklım. Elli kadarı, burnuslarıyla duvar boyunca çömelmişler, sıra bekliyorlar. Açık havada olmasına karşın bedevilerin bu bekleme salonundan korkunç bir ten kokusu geliyor. Çabuk geçelim... Kalemde bizim çevirmeni, çıplak tenlerine kir içinde birer uzun entari geçirmiş, çileden çıkmış gibi kaş göz işaretleriyle, bilmem hangi tesbih hırsızlığını anlatan iki yaygaracıyla boğaz boğaza buluyorum.
 
Köşede bir hasıra oturup bakıyorum... Doğrusu bu çevirmen üniforması da pek güzel; Minianah çevirmenine de pek yakışmış. Ne yalan söylemeli; üniformayla çevirmen, tam birbirine denk.
Giysi, gök mavisi renginde, sonra kara şeritleriyle parlak yaldızlı düğmeleri de var. Çevirmense  sarışın, pembe beyaz, kıvırcık saçlı, şen, şakrak, yakışıklı bir hüsar (*), biraz geveze, eh o kadar çok dil bildiğine göre... Biraz kuşkucu, doğu dilleri okulunda Renan'ın öğrencisiymiş!
Spora pek düşkün; kaymakamın karısının düzenlediği gece toplantılarında nasılsa, çölde Arap çadırında da öyle keyifli; herkesten iyi mazurka oynar, kuskus pişirmekte eşi benzeri yoktur. Kısacası, bir Parisli. Đşte bizim delikanlı, böyle bir delikanlı. Kadınlar neden kendisine bayılıyor diye artık şaşmayın. Şıklıkta bir tek rakibi var: O da dairenin çavuşu. Çavuş ala çuhadan pantolonu ve sedef düğmeli tozluklarıyla garnizonda herkesi umutsuz bir kıskançlık içinde bırakmış. Daireye bağlı olduğu için, angaryalardan bağışık, çarşı pazarda elde beyaz eldiven, sinek kaydı tıraş olmuş, koltuğunda büyük defterler, dolaşır durur. Gördüğü saygıya diyecek yoktur.
 
Anlaşıldı, bu tesbih çalma olayı, kurt masalı gibi uzayacak sanırım; sonunu bekleyemeyeceğim.
Çıkıp giderken bekleme yerini heyecan içinde görüyorum. Kalabalık uzun boylu, solgun benizli, kara bir bornoza bürünmüş babayiğit bir yerlinin çevresini almış. Bu adam, sekiz gün önce
Zaccar dağında bir parsla boğuşmuş; pars ölmüş, ama adamın da kolunun yarısını yemiş.
Şimdi sabah akşam daireye gelip kolunu pansuman ettiriyor. Her seferinde, serüveni kendi ağzından dinlemek için adamcağızı avluda yakalıyorlar. Ağır ağır, boğazdan çıkma güzel bir sesle anlatıyor. Ara sıra bornozunu açıyor ve göğsünün üzerine asılmış, kanlı bezlere sarılı sol kolunu gösteriyor.
 
* * *
Sokağa çıkar çıkmaz, korkunç bir fırtına koptu. Yağmur, gök gürlemesi, şimşek, samyeli. Çabuk bir yere sığınalım. Rasgele bir kapıdan içeriye daldım ve Mağrip biçeminde bir avlunun kemerleri altına istif olmuş bir alay çingenenin içine düştüm. Bu, Milianah camisinin avlusudur.
Müslümanların yoksul ve güçsüz takımı, hep buraya sığındığı için adına "Yoksullar Avlusu" derler.
Tüyleri börtü böcekle dolu kocaman sıska tazılar, kötü kötü çevremde dolaşmaya başladılar.
Dehlizin sütunlarından birine dayanmış hiç oralı olmamaya çalışıyorum. Kimseye bir şey söylemeksizin, avlunun renkli taşları üzerinde seken yağmuru seyrediyorum. Çingeneler, yığın yığın yerlere uzanmışlar. Yanı başımda, göğüs ve bacakları açık, elleriyle ayaklarında kocaman demir bilezikler, eni konu güzel bir genç kadın, üzünçlü ve hımhımca bir sesle üç perdeden bir şarkı tutturmuş söylüyor. Şarkı söylerken de, hem kırmızı bakır renginde çırçıplak bir yavruya meme veriyor, hem de serbest eliyle, bir taş havanda arpa dövüyor. Yeğin bir rüzgârın kamçıladığı yağmur, kimileyin kadının ayaklarıyla çocuğun bedenini sırsıklam ediyor. Kadın hiç oralı olmuyor, arpasını döverek, çocuğunu emzirerek şarkısını sürdürüyor.
Sağanak kesilir gibi oldu. Havanın biraz açıldığını görünce, hemen bu tansıklar avlusundan kendimi dışarı atıyorum ve Seyyid Ömer'in şölenine yollanıyorum. Zamanı da gelmiş. Büyük alandan geçerken yine bizim yaşlı Yahudi'ye rastlıyorum. Dava vekilinin koluna dayanmış gidiyor. Arkasından da tanıkları neşeli neşeli yürüyorlar. Çevrelerinde bir sürü pis Yahudi çocuğu, sıçrayıp duruyor... Herkesin keyfi yerinde. Dava vekili davayı üzerine almış,mahkemede iki bin frank ücret isteyecekmiş.
 
* * *
 
Seyyid Ömer'in konağında görkemli bir şölen. Yemek odası, Mağrip biçeminde zarif bir avluya açılıyor; avluda iki üç şadırvan şırıl şırıl akmakta... Tadına doyulmaz alaturka yemekler...
 
Baron Brisse'e salık veririm! Birçok yemek arasında, özellikle bademli pilice, vanilyalı kuskusa, biraz ağır olmakla birlikte tadı pek güzel bir kaplumbağa yahnisine ve kadı lokması dedikleri ballı bir hamur tatlısına mim koydum... Şarap olarak da yalnızca şampanya vardı. Seyyid  Ömer, haram olmasına karşın, -hizmetliler sırtlarını döner dönmez- biraz şampanya atıştırıyor.
Yemekten sonra, ev sahibinin odasına geçiyoruz. Bize macun, çubuk ve kahve getiriyorlar... Bu odanın eşyası, pek yalın: Bir sedirle birkaç hasır; dipte çok yüksek, büyük bir karyola var.
Üstüne sırma işlemeli küçük kırmızı yastıklar serpiştirilmiş... Duvara Hamadi adında bir amiralin utkularını gösteren eski bir Türk tablosu asılmış. Anlaşılan Türkiye'de ressamlar her tabloya bir tek renk kullanıyorlar. Bu tablo da yalnızca yeşille yapılmış; deniz, gökyüzü, gemiler, amiral Hamadi bile, her şey yeşil, hem de ne yeşil!..
 
Arap geleneğine göre, erken kalkıp gitmek gerekiyor. Kahveyi içip çubuğu da çektikten sonra, ev sahibine iyi geceler dileyip kendisini karılarıyla başbaşa bıraktım.
 
* * *
Nerede vakit geçirmeli? Yatmak için daha pek erken, henüz süvari kışlasında bile yat borusu çalınmadı. Seyyid Ömer'in sırmalı küçük yastıkları da çevremde olağanüstü bir frandoldur tutturdu. Bunlar beni uyutmaz ki!.. Hem tiyatronun önüne de geldiğime göre, hiç değilse bir de buraya uğrayayım.
 
Milianah'nın tiyatrosu, iyi kötü bir tiyatro salonu durumuna sokulmuş eski bir ot ambarıdır.
Gazı perde arasında doldurulan kocaman asma lambalar, avize görevi yapıyor. Parterdekiler ayakta, orkestraya sıralar konmuş. Locaların çalımına diyecek yok, çünkü hasır iskemleleri var... Salonun çevresinde karanlık, parkesiz, uzun bir geçit... Đnsan kendini sokakta sanır, sokaktan hiç farkı yok... İçeriye girdiğimde oyun başlamış bulunuyordu. Şaşırdım kaldım, oyuncular hiç de kötü değil. Erkeklerinden söz ediyorum. Hepsi de becerikli ve canlı... Bunların hemen hepsi de özenci [amatör]; 3. alayın askerleri. Bütün alay kendileriyle övünç duyuyor ve her akşam bunları alkışlamaya geliyor.
Kadınlara gelince.. yazık! Hepsi de o küçük taşra tiyatrolarındaki kadınlar gibi iddialı, cırlak ve sahte... Bununla birlikte, bu hanımların arasından ikisi, tiyatroya yeni başlamış, Milianahlı pek genç iki Yahudi kızı dikkatimi çekiyor... Ana babaları da seyirciler arasında ve pek hoşnutlar.
 
Kızlarının bu işte binlerce duoro kazanacağına inanıyorlar. Tiyatrodan milyonlar kazanmış
Yahudi kızı Rachel'in söylencesi, doğu Yahudileri arasında pek yaygın. Bu iki küçük Yahudi kızının sahnedeki davranışları, nasıl da gülünç ve acıklı! Pudra allık yerinde, kılıkları açık saçık, sahnenin bir ucunda kaskatı, utangaç utangaç duruyorlar. Hem üşüyorlar, hem de utanıyorlar. Arada sırada, anlamını bilmeden, kafasını gözünü yararak bir tümce söylüyorlar ve konuşurken de, iri Yahudi gözleriyle aval aval seyircilere bakıyorlar.
 
* * *
Tiyatrodan çıkıyorum. Çevremi saran karanlığın içinden, alanın bir köşesinden bağrışmalar duyuyorum... Sanırım, kozlarını bıçakla paylaşan birkaç Maltalı olmalı...
Surlar boyunca ağır ağır yürüyerek otele dönüyorum. Portakal ve mazı ağaçlarının o güzelim kokuları, ovadan yükseliyor. Hava ılık, gökyüzü bulutsuz gibi... Ötede, yolun ucunda eski bir tapınağın yıkıntısı olan köhne bir duvar hayaleti ortaya çıkıyor. Bu duvarın kutsallığı var. Her gün Arap karıları buraya gelip futa ve peştamal parçalarıyla bornoz eteklerini, gelin teline sarılmış uzun kızıl saç örgülerini adak gibi asarlar... Bütün bunlar, ince bir ay ışığı altında, gecenin ılık soluğuyla dalgalanıp duruyor.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar