Nâdan Öyküsü Hakkında Konusu ve Metni Ömer Seyfettin

21.12.2019
 
Nadan,adlı öykü   Ömer Seyfettin'in ilk  kez11 Mayıs 1918. ’de  Vakit dergisinde yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
Ömer SEYFETTİN’in Diyet Kütük Efruz Bey Vire , Büyücü, Forsa , Teselli Başını Vermeyen Şehit Yalnız Efe Ferman Fon Sadriştayn’ın Oğlu  , Kurumuş Ağaçlar , öyküleri tarih, kahramanlık, milli şuur kazandırma, konulu öyküleri olurken Perili KöşkBahar ve Kelebekler Kesik Bıyık  Tos,  Aşk Dalgası  Balkon  Aşk ve Ayak Parmakları , Fon Sadriştayn’ın Karısı , Havyar Elma   Niçin Zengin Olmamış ,gibi öyküleri ise sosyal fayda amaçlı öyküleri olmaktadır.
 
Yeni Lisan adı altında yazdığı yazılar ile günümüz edebiyatının dil anlayışını ortaya koyan Ömer Seyfettin sokakta konuşulan, sade ve açık bir dil ile öyküler yazmış, yazdığı öykülerinde ise sosyal faydayı gözetmiş, halka bir şeyler kazandırmak gayesini gütmüştü.
 
Pek çok öyküsünde kahramanlık, devlete bağlılık, vazife aşkı,  vatan ve millet sevgisi konularını işlemiş olan Ömer Seyfettin’in Nadan adlı öyküsü de hemen hemen bu konularda yazılmış bir öyküsüdür.
 
Öykünün  Ana Fikri Konusu Tekniği 
 
 Birçok öyküsünü Türk’e has ve Türke göre konulardan seçen Ömer Seyfettin,  mensubu olduğu Milli Edebiyat hareketinin dil ve konu kuramcısı olarak halka Türkçülük Turancılık, vattan ve millet sevgisini aşılmaya çalışmıştı.   
 
Kahramanlık konulu öykülerindeki kahramanları çok idealize eden Ömer Seyfettin bu öyküsünde de Köse Vezir denilen bir Türk âlimini idealize etmiştir.   Ölümden dahi korkmadan padişahın verdiği  vezirlik görevini  dünya malına ve nimetine tamah olarak gördüğü için reddeden  Köse Vezir,  akılsız bir cahilin kendisi yüzünden  kendisi ile birlikte hapiste kalmasına razı gelmediği için “ bir nadanla kırk gün bir hücre de kalmaktan da usandığından padişahın teklifini kabul edip, ülkeyi de bir yıl içinde sükuna kavuşturur.
Nadan adlı öykünün hareket noktası :
 
Nâdan ile sohbet etmek güçtür bilene;
Çünkü nâdân ne gelirse, söyler, diline!
 
Şeklindeki bir beyit olmaktadır. Yazar bu beyitten hareketle  dünya malına tamah etmeyen  Köse Vezir ile bir nadanı bir hücreye hapsetmiş, Padışahın vezirlik teklifini idamı pahasına reddeden Köse Vezir bir nadan ile bir arada kalmamak için padışahın teklifini kabul etmek zorunda kalmıştır.
Yazar Nadan adlı öyküsünde temel fikir olarak devletin mala mülke tamah etmeyen arif kimseler elinde yüceleceği ana fikrini işlemiştir. Yazarın gözlemci bakış açısı ile anlattığı bu olay hikâyesi “Türk’e, has Türk’e göre” mantığı ile yazılmış hikâyedir.
Öykü , alim ve cahil karşılaştırması ve  alimin vasıflarını ortaya koyması açısından da dikkatleri çekicidir. Yazarın bu öyküsünü Diyet, Ferman , Efruz Bey ,  Kütük , Fon Sadriştayn’ın Oğlu  gibi öyküleri ile birlikte değerlendirmek gerekir.
 
 
Nâdan Öyküsü Metni  (Ömer Seyfettin)
 
Nâdan ile sohbet etmek güçtür bilene;
Çünkü nâdân ne gelirse, söyler, diline!
 
İstanbul üç gündür sis içindeydi. Topkapı Sarayı’nı, açık kül rengi kalın bir bulut sarmış, sanki bütün dünyadan ayırmıştı. İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi murassa çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile “Çifte vav” yazamıyordu. Yeniçeriler kazan devirmişler, sipahi zorbaları zabitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya hazırlanmışlardı. Serhattaki ordunun hali de perişandı. Ecelin gadriyle tecrübeli vezirler kalmamış, fedakâr beyler er meydanlarında can vermişlerdi. Bu korkunç buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit “Köse Vezir” deydi. Vaziyetin fenalığını herkesten ziyade kavrayan akıllı padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı. Mührünü ona verecekti.
Tahtın karşısındaki sırmalı, büyük perde kımıldadı. Kocaman kavuklu, mini mini, nahif bir ihtiyar, belirsiz, bir gölge gibi içeri girdi. Gözleri yerde, elpençe yürüdü. Tahtın basamağına diz çöktü. Takbîl resminden sonra, padişah, asabi eliyle soldaki erguvanî bir kumaştan yapılmış şilteyi gösterdi.
— Otur
Dedi. Sonra, tahtın, sağ kolunu dayadığı altın koltuğuna bakarak ahvalin fenalığını, devletin geçirdiği muhatarayı, askerin fesadını, ordudaki perişanlığı anlattı. Yavaş yavaş söylüyor, her kelimede başını sallıyordu. Bu zamanı ıslah etmek için demir bir el lazımdı. Gayet doğru, irtikâp etmez, Allah’tan korkar, akıllı, dünyayı bilir, her şeyden ziyade devletini sever bir adam işleri düzeltebilirdi. Padişah:
— İşte bu adam sensin! Seni kendime vekil edeceğim.
Deyince, boynunu büküp efendisini dinleyen küçük ihtiyar doğruldu.
— Beni affedin padişahım, dedi, ben artık devlet işine karışmamaya ahdettim. Sayenizde geri kalan birkaç günlük ömrümü ibadetle, dua ile geçireceğim.
— Fakat…
… Padişah, mesuliyetsiz rahatın hayvanlarla ölülere yakışacağını, kulların, padişah davetine icabet etmemelerinin bir küfür olduğunu, ayetlerden, hadislerden burhanlar getirerek tekrarladı. Haklı bir gazabın mehabetini duyuran sert bir bakışla, kırlaşmış uzun kirpikli, iri, şahane gözlerini, boynu bükük ihtiyara dikti. Bu bakışta sanki Azrail’in kanatlarından aksetmiş ölüm kıvılcımları tutuşuyordu. Köse Vezir, ateş içinde yanmayan bir semender gibi sakindi:
— Boynum kıldan incedir! Padişahım, dedi, çoluk çocuğumla veda ettim. Hakkın huzuruna gitmek için iradenizi bekliyorum. Ben mihr-i şerifinizi almam!
— . . . . . . . .
Padişahın soluk çehresi karardı. Elleri titredi. Tahtın gerisine çekildi. Yüzünü buruşturarak:
— Kaldırın şunu!
 
 
Diye bağırdı.
Sırma perdenin arkasından birer hayal sessizliğiyle koşan hademeler, yere basmıyor sanılacak derecede hafif adımlarla çabucak vezirin başına üşüştüler. Göz açıp kapamadan dışarı çıkardılar.
Bu çıkış, mermer revakında gece gündüz, keskin tığlı, karayağız cellâtların bağdaş kurup bekledikleri balıkhaneye doğruydu.
Hiddeti geçer gibi olan padişah, devletinin, tahtının üstünde bocaladığı fesat tufanını tekrar hatırladı. Düşündü. Köse Vezir de ölürse, sözün, bir gün olup büsbütün ayağa düşmesi ihtimali vardı. Fakat işte, bu küçücük adam, ölümü gözüne almıştı. Kafası kesilince hakkın huzuruna gidecek, dünya gailesinden kurtulacaktı. Ne vakit olsa, yüzlerce yıl yaşasa, yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikati unutmayan ariflerdendi. Bir gün sonranın, beş gün evvelin onca hiç ehemmiyeti yoktu. Padişah huzurunda dîvân duran ağasına:
— Sarık odasına hapsetsinler. Yanına kitap, kalem, kâğıt vermesinler.
Dedi. Ağa çıktı. Padişah mutlaka onu iş başına getirmeye azmetmişti. Bu cesareti, muhakkak ölüm karşısındaki bu pervasızlığı, şahsiyetini, ahdini muhafaza etmekteki bu inadı ne kıymetli bir hasletti!
Ancak böyle bir adam, müşkül zamanlarda büyük işler yapabilirdi. Padişah bunu biliyordu. Gözünün önüne zamanenin paşaları, çelebileri geldi. Hepsi iki kat bir rükû vaziyetinde, ölüm korkusuyla benizleri sararmış, yalnız hile, yalnız fesat, yalnız fitne düşünüyorlar; şeytanların bile aldanacağı yalanlar, iftiralar uydurarak birbirlerinin kanlarını içiyorlardı. Fakat Köse Vezir öyle değildi. Arifti. Âlimdi. “Dünya ve mâfihâ”nın ne olduğunu sezmişti. Daima “zeval” uçurumuna giden “ikbal” yolunda hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere de tenezzül bile etmezdi. Orta halli bir molla gibi yaşar, sandık sandık filoriler toplayıp fani dünya evini baki sanan, haris gafillerin budalalıklarına şaşardı. Padişah, böyle haktan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mührünü nasıl kabul ettirecekti? İşte, ölümün onca hiç ehemmiyeti yoktu. Yine kalın kaşlarını çattı:
— Ölümden daha beter bir ceza…
Diye söylendi. En korkunç işkenceler, dehşetleri nispetinde ölüme daha yakındı.
Padişah saatlerce tahtında düşündü, taşındı. Saatlerce yalnız kaldı. Kılıçla değil, asıl aklın kuvvetiyle galebe çalındığını bildirdi. Fakat aklına, ölümden korkmayan bir adama baş eğdirecek bir vasıta gelmiyordu. Düşünürken tahayyül etmeye başladı. Daldı gitti. Derin uykularda görülen rabıtasız rüyalar gibi şehzadeliği, lalası gözünün önüne geldi. Otuz yıl evvel ölen lalası, hatırında kalan o aksakallı adama hiç benzemiyordu. Saray kendi sarayı değildi. Ders aldığı rahle, beyaz gül ağacından mıydı? Lalası olduğunu bildiği halde sesini, simasını tanıyamadığı bu müphem hayal, latifsiz bir lisanla: “Nadanla sohbet etmek, akile cehennem ateşinden beterdir!…” diyordu. Bu söz bir şiirdi!… Padişah veznini ararken, daldığı derin tahayyülünden uyandı. Başında bir ağırlık vardı. Hareme gidip yatmak için kalktı. Evet, mademki nadanla sohbet etmek cehennem ateşinden beterdi. Bu ateşte Köse Vezir’i yakmalı, fakat öldürmemeliydi. Koltuğuna giren bendelerine:
 
— Çabuk bir nâdan buldurulsun. Onun yanına kapatılsın! Dedi.
Bostancılar, tebdil ağaları, bir hafta kadar bütün şehri, civar köyleri, kasabaları, dağları, kırları dolaştılar. Nihayet Karamürsel meralarında, gayet cahil, gayet akılsız, gayet aksi, hâsılı gayet nadan bir çoban buldular. Bu, otuz beş kırk yaşlarında, çok kuvvetli, hissiz, hayvan gibi bir adamdı. Köyünde kendisine “Eşek Hasan” diyorlardı. Nadan olduğu kadar inatçıydı da… Terbiye, hürmet, namaz, niyaz, ne olduğunu bilmez; “Allah’ın kim?” dendiği zaman, “Ne bileyim ben ülen…” diye sırıtırdı.
Koyunlarının yanından ayrılmamak için hasekilere mukavemet etmiş; taşla, sopayla birkaçını yaralamıştı. Saraya elleri bağlı getirdiler. Siyaset gününü tespih çekerek bekleyen Köse Vezir’in yanına koydular. Eşek Hasan, uğradığı haksızlığa karşı üç gün uludu. İşitilmedik küfürler etti. Sonra sustu. Pembe ipek divanların üstüne çarıklarıyla çıktı. Kuşağının arasından çıkardığı kavalı çalmaya başladı. Yalnız başına ölümü bekleyen Köse Vezir’in huzuru, tevekkülü bozuldu. Ama yanına konan bu garip mücrimle bir lakırdı olsun etmedi. Yüzünü pencereden tarafa çeviriyor, odaya yemek içmek getiren hademelere bile gözünü kaçırmıyordu. On gün, yirmi gün geçti. Kapının deliğinden içerisini gözetliyorlardı. Padişah, onun böyle nadan bir herifle yaşamak azabına da katlandığını görünce ümitsizleşiyor, hasekiler çıkararak daha nadan mahlûklar arattırıyor, fakat Eşek Hasan’dan beterini bulduramıyordu. Bir ay geçti. Nadan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi pinekliyor, susuyordu.
…Bir sabah, Köse Vezir, bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü. Çocuk gibi hıçkırması içine dokundu. Zavallı kim bilir karısını, evini, köyünü mü hatırlamıştı. Gayr-i ihtiyari sordu:
— Ne ağlıyorsun oğlum?
Bu, vezirin hapsedildiğinden beri söylediği ilk sözdü. Çoban gözyaşlarından sırsıklam olan al yanaklarını kirli yenleriyle silerek ona baktı.
— Söylemem darılırsın… Dedi.
— Söyle oğlum derdini bana, ne darılacağım?
— Vallahi darılırsın.
— Darılmam diyorum.
— . . . . . .
Çoban derdini söylemiyor, daha ziyade heyecana gelerek avazı çıktığı kadar ağlıyordu. Köse Vezir, biraz düşündü. Başkasını ağlatan bir sebebe kendisi nasıl darılabilirdi? Merak etti. Tekrar:
— Söyle oğlum. Senin derdinden bana ne?
— Darılırsın baba.
— Darılmam, söyle…
— Benim sürümde bir kösemenim vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor da… İşte onun için ağlıyorum.
— . . . . . .
Derdini söyleyen Eşek Hasan, birdenbire ağlarken gülmeye, hıçkırıklara kahkaha karıştırmaya başladı. “Tıpkı sakalı seninkine benziyordu.” diye tafsilata bile girişiyordu. Köse Vezir hiç cevap vermedi. Kalktı. Kapıyı vurdu. Başını içeri uzatan sivri kavuklu nöbetçiye:
— Efendimize arzedin. Mühr-i hümayunlarını kabul ettim… Dedi.
Bir sene sonra harp bitmiş, yeniçeriler terbiye edilmiş, sipahiler nizama konulmuş, hırsızlar, uğursuzlar temizlenmişti. Devlet yine, eski kuvvetini buldu. Padişahın gamlı yüzü güldü. Artık neşesi tamamıyla yerine gelmişti. Yalnız sadrazamına, o nadan herifin yaptığı ölümden beter şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. Bir gün bunu sordu. Geçirdiği kırk günlük azabı birden hatırlayınca, yeni bir tokat yemiş gibi Köse Vezir’in yüzü kıpkırmızı oldu. Verecek bir cevap bulamadı. Kekeleyerek:
— Hiç Padişahım! Dedi. Bu suçsuz köylünün benim için hapsedilmesine vicdanım razı olmadı… Onu azaptan kurtarayım diye ahdimi bozdum.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar