Ömer Seyfettin'in Hikaye Yazma Amaçları Bir Kayışın Tesiri Öyküsü Metni ve Hakkında

23.11.2019
 
Ömer Seyfettin'in Hikaye Yazma Amaçları ve Bir Kayış'ın Tesiri  Öyküsü  Hakkında 
 
Bir Kayışın Tesiri adlı öykü   Ömer Seyfettin'in ilk  kez  13  Şubat 1919’da Zaman’da yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
Ömer SEYFETTİN’in Diyet Kütük Efruz Bey Vire , Büyücü, Forsa , Teselli Başını Vermeyen Şehit Yalnız Efe Ferman Fon Sadriştayn’ın Oğlu  , Kurumuş Ağaçlar , öyküleri tarih, kahramanlık, milli şuur kazandırma, konulu öyküleri olurken Perili KöşkBahar ve Kelebekler Kesik Bıyık  Tos,  Aşk Dalgası  Balkon  Aşk ve Ayak Parmakları , Fon Sadriştayn’ın Karısı , Havyar Elma   Niçin Zengin Olmamış ,gibi öyküleri ise sosyal fayda amaçlı öyküleri olmaktadır.
 
Ömer Seyfettin Bulgaristan ve Makedonya da geçen askerlik yıllarından sonra öykücülüğü meslek edinmiş olan bir yazarımızdır.
 
1911 yılında Milli Edebiyat hareketinin dil manifestosu olan Yeni Lisan adlı makale serileri ile sokakta konuşulan Türkçenin edebiyatın da dili olması gerektiğini düşüncelerini ortaya atmış sıradan insanların bilemeyeceği kelimelerin edebiyatın dilinde de kullanılmaması gerektiğini ifade eden bir seri yazı yazmış bu düşüncelerini de öykülerinde uygulamaya geçirmişti.
 
Osmanlının dağılma yıllarında Osmanlıcılık ve Pan İslamizim düşüncelerinin pratik hayatta uygulanma şansı kalmayınca Şemsettin Sami, Ali Canip Yöntem, Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Süleyman Nazif gibi şair ve yazarlar Türkçülük Turancılık düşüncelerine sarılmışlar, Milliyetçi Türkçü Turancı düşüncelerin yıkılmakta olan Osmanlı devletini kurtarabilecek bir mefkure olarak görmüşler ve bu düşüncelere dört elle sarılmışlardı.
 
 Bu nedenle sokakta konuşulan Türkçeyi edebiyatın dili olarak kullanmayı amaçlayan Ömer Seyfettin öykülerinde Türkçü, Turancı, Milliyetçi düşüncelerini ifade edebilecek konularda öyküler yazmaya başlamıştı. Nitekim 1918 yılına kadar yazdığı öykülerde genel olarak Türkçü Turancı Milliyetçi konular bulmuş bu düşüncelerini ifade etmeye fırsat doğurabilecek tarih, kahramanlık, Türklere yapılan mezalimler,  Türk Tarihinin parlak günlerini dile getiren idealize kahramanları olan öyküler yazmıştı. Çocukluk anıları, askerlik hayatı,  tarihimizin parlak günlerini dile getiren öyküler de yazmış, öykülerinin arka planında tarih şuuru, Türkçü, Turancı milliyetçi düşünceler savunarak bu fikirlerini okurlarına aşılamaya çalışmıştır.
 
 Ömer Seyfettin’in bazı öykülerinde ise Türk olduğu halde başka milletlerin kimliklerine heveslenen kişilerin hayatlarından kesitler de bulunur.  Primo Türk Çocuğu, Fon Sadriştayn’ın Oğlu, Fon Sadriştayn’ın  Karısı,  ve Bir kayışın Tesiri adlı hikayelerinde ise bu mevzular ele alınmıştır.
 
Bir kayışın Tesiri adlı öyküde Ömer Seyfettin öz be öz Türk olduğu halde, tek bir kelime dahi Çerkezce bilmese bile, Çerkezlere özgü bir kemer nedeni ile Çerkez olmaya özenen, Çerkezler gibi davranan,  Çerkez bir kadınla evlenip, Çerkez olmaya özenen bir Türk’ün özentisi anlatılmaktadır.  Öykünün arka planında ise yazar Türklere ait bir duruş bir tavır ve Türklüğü ortaya koyabilecek objeler ve simgesel eşyaların olması gerektiği düşüncesini açığa vurmuş olur.
 
 
Bir Kayışın Tesiri  Öykü Metni  (Ömer Seyfettin)
 
Bir zabit arkadaşımla oturuyorduk. Yanımızdaki masada iri, palabıyıklı, kocaman kalpaklı bir babayiğit, çetin bir Çerkez şivesiyle karşısında sıralanmış irili ufaklı kalpaklılara bir şeyler anlatıyordu. Daha Kafkasya’dan yeni gelmiş sanılacaktı.
 
– Demek yollar açıldı, dedim.
Arkadaşım,
– Hangi yollar? Diye yüzüme baktı.
– Hangi yollar olacak, Karadeniz yolu.
– Nereden bildin?
– Baksana şu hemşeriye… İşte mutlaka yeni gelmiş olacak.
– Hangi hemşeriye?
 
Sağımızdaki, yanağından kan damlayan iri Çerkez’i gösterdim. Arkadaşım bir kahkaha attı. Azıcık daha katılacaktı.
 
– Çerkez taklidi yapar!
– Güldürmek için mi?
– Hayır.
– Ya niçin?
– Kendini Çerkez zannettirmek için.
 
Tekrar koca kalpaklı babayiğide baktım. Hiç Türkçe bilmez bir Çerkez fesahatiyle başını ağır ağır sallayarak elindeki gümüş savatlı kamçıyı çizmelerinin uzun konçlarına vurarak, takır tukur konuşuyordu. Sandalyeye ata biner gibi binmişti.
– Şaka etme, dedim, bu halis muhlis Çerkez…
Arkadaşım yemin etti:
– Vallahi değil…
– Ne biliyorsun?
– Nasıl bilmem, benim sınıf arkadaşım.
– Ne gülüyorsun?, dedim.
– Ayol o Çerkez değildir! Dedi.
– Ey, lisanına ne diyeceksin?
– Zabit mi?
– Evet, fakat cuma günleri böyle Çerkez gibi giyinir.
 
Merak ettim:
– Çerkez değil diyorsun, Gürcü mü?
– Hayır.
– Çeçen mi?
– Hayır.
– Lezgi mi?
– Hayır.
– Ya ne?
– Türkoğlu Türk!
– Nereli?
– İstanbullu… Anası Germiyanzadelerden. Babası… Mirliva olduğu halde daha dilini düzeltememiş bir Kastamonulu idi…
O halde bu Türk, niçin herkese kendini Çerkez zannettirmek istiyor? Diye sordum. Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı.
 
– Bak sana anlatayım niçin, dedi. Bu sahte Çerkez’in adi Mahmut Beydir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel’den gayet zarif bir Çerkez kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut Bey bu kayışı beline taktı. O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkezlerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanıdığı olmadığı halde tezkere getirerek Karamürsel’e sılaya gitti. Harbiye’ye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey, Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçeyi unutmuştu. Ama Çerkezceyi de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkez şivesiydi. Adını alay için “Çerkez Mahmut” takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi. Zabitken meşhur bir Çerkez paşaya intisap etti. Onunla İstanbul’a sürüldü. Kafkasya’ya kaçtı. Milleti ile hiç münasebeti olmayan yerleri öz vatanıymış gibi gezdi, dolaştı. Bir Çerkez kızıyla evlendi. Hürriyetten sonra İstanbul’a geldi. Artık işi gücü Çerkezlik için çalışmak oldu. Her yerde şu işittiğin garip şive ile “Adige” propagandası yapmağa başladı. Kastamonulu paşa babasından kalan serveti Çerkez Tarihi’ni yazacak muharrire adadı.
 
Kafkasya’dan yeni gelmiş sandığım sahte Çerkez Türk’e tekrar baktım.
 
– Acaba akrabaları içinde Çerkez filan yok mu?
 
Arkadaşım,
 
– Yok, be yahu! Diye elini taş masaya vurdu, halis muhlis Türk diyorum! Hâlâ bir kelime Çerkezce bilmez. Sınıf arkadaşımın Karamürsel’den getirdiği Çerkez kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkezlik sevdasına düştü.
 
Arkadaşım yarım saat kadar Çerkes Mahmut beyin gülünç menkıbelerini anlattı. Hâli tavrı son derece babayiğitvari olan bu kahraman, meğer ömründe hiçbir muharebeye girmemiş. Son derece korkakmış. Daima tanıdıklarının iltimasıyla seferberlik zamanını geri hizmetlerde geçirmiş.
 
Biz konuşurken Çerkez Mahmut Bey gülerek, yanındakilere Çerkezce şakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel’den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek “Millettas” celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olmadığını düşündüm.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar