Ömer Seyfettin’in Nasıl Kurtarmış Öyküsü Hakkında ve Metni

24.12.2019
 
Ömer Seyfettin’in Nasıl Kurtarmış Öyküsü Hakkında ve Metni 
 
Nasıl Kurtarmış adlı öykü   Ömer Seyfettin'in ilk  kez  14 Mayıs 1919’da  Zaman‘da yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
Ömer SEYFETTİN’in Diyet Kütük Efruz Bey Vire , Büyücü, Forsa , Teselli Başını Vermeyen Şehit Yalnız Efe Ferman Fon Sadriştayn’ın Oğlu  , Kurumuş Ağaçlar , öyküleri tarih, kahramanlık, milli şuur kazandırma, konulu öyküleri olurken Perili KöşkBahar ve Kelebekler Kesik Bıyık  Tos,  Aşk Dalgası  Balkon  Aşk ve Ayak Parmakları , Fon Sadriştayn’ın Karısı , Havyar Elma   Niçin Zengin Olmamış ,gibi öyküleri ise sosyal fayda amaçlı öyküleri olmaktadır.
 
Nasıl Kurtarmış adlı hikâye, Ömer Seyfettin’in toplumsal konularda yazmış olduğu öykülerinden biridir.  Öykü üstü kapalı bir şekilde kadılık sistemine ince bir eleştiri getirmekte, kadıların kimlikleri ve kişilikleri ile ilgili üstü kapalı göndermelerde bulunmaktadır.
 
Kısa hayatı boyunca 160 a yakın öykü yazan Ömer Seyfettin, Osmanlıdaki adalet sistemi ve kadılara dair birkaç öykü daha yazmıştır.  Ağır suçlamalar getirmese de, ağır eleştirilerde bulunmasa da Kadılık sistemini en azından övmeyen, tasvip eder bir konumda olmayan bir tutum izlemiştir. Nitekim Rüşvet  adlı öyküsünde de bu konuya temas etmiş,  başkasının arsası üzerine ev yapan ve arsaya da sahip çıkan bir adamın mahkemeyi kazanmak için kadıyı nasıl kandırdığı konusunu ele almıştır.  Kadı çok dürüst ve rüşvete  karşı biridir fakat bu haksız ve hilebaz adam haklı adam adına rüşvet göndermiş gibi bir plan kurarak kadının haklı adam aleyhine karar vermesini sağlatarak haksız olduğu halde davayı kazanmıştır.
 
Ömer Seyfettin, Nasıl Kurtarmış adlı öyküsünde eşraf içinde mahcup düşürülen bir Kadı’nın öyküsünü anlatır. Kadı’ya yoğurt getiren Yörük öyle bir şey anlatır ki Kadı, hem hediye gelen yoğurdu almak, hem yanındaki eşrafın manidar gülüşlerine katlanmak, hem de yoğurdu getiren Yörük’e kızamamak durumunda kalmıştır. Kadı düşürüldüğü bu duruma tevekkül göstermek durumunda kalırken bir domuza benzetilmeye sinirlenememek gibi çok müşkül bir vaziyete düşmüştür.
 
Öykü  Perili KöşkBahar ve Kelebekler, KerametKesik Bıyık Tos adlı öykülerinde de olduğu gibi sosyal hayatla ilgilidir. Öykü çarpıcı bir son ile bitmesi yönünden de ilgi çeker.
 
 
 
Nasıl Kurtarmış? (Ömer Seyfettin)
 
 
Kasabada Kadı İbrahim Efendi’den hazzeden kimse yoktu.
 
Dört parmak siyah, çatık kaşlarıyla, küçük parlak gözleriyle, sık siyah sakallarının, ürpermiş canlı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi gelirdi. Yüzü daima buruşuktu, buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi; pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat şöyle bakarken insana yüzüyle, hareketiyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı, kendi kalbinin çok iyi olduğuna kaniiydi. Herkesin iyiliğini isterim sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek yardımı da saklamamaya çalışırdı.
 
Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağı işitmemesine itiraz edenlere:
 
— Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever! Derdi.
 
Bir cuma günü sabahleyin, Şadırvan Meydanında Avukat Hüsameddin Efendi’nin dükkânında oturuyordu. Hemen hemen kasabanın bütün eşrafı oradaydı. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi. “Tatlı dil, güler yüz”den söz ediliyordu. Ömründe hiç gülmeyen Kadı İbrahim Efendi, işittiklerini hep kendine, kendi üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat eşraf efendiler münakaşalarında epey ileri gittiler.
 
Biri dedi ki:
 
— Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!
 
Bir diğeri daha beter saçmaladı:
 
— Abus çehreli bir adamın ne namazı, ne niyazı, ne zekâtı, ne orucu makbuldür. Kalpte iman nuru sönünce, yüz kararırmış!
 
… Hâsılı hepsi ayrı ayrı birer pot kırdı. O kadar ki, Kadı İbrahim Efendi dayanamadı. Tatlı dil, güler yüzün münafıklara mahsus, doğru sözün acı, haklı adamın de sert olduğunu söyledi. Dükkân sahibi Avukat Hüsameddin Efendi aynı zamanda kasabanın şairiydi de:
 
— “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz…”diye kadıya itiraz etti. İnsanın fikrindeki neyse, zikrinde de o olduğunu tekrar ederek, iddiasını ispata girişti. Hazır bulunanların hepsi “tatlı dil, güler yüz” taraftarlığında ittifak etmiş gibiydiler. Kalbe, fiile kimsenin önem verdiği yoktu. Bu esnada dükkânın kapısında genç bir Yörük peyda oldu. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu:
 
— Ne var? Diyerek önüne giden Hüsameddin Efendiye sordu:
— Kadı Efendi burada mı?
— Burada.
 
Kadı İbrahim Efendi, oturduğu minderin köşesinde doğruldu. Acaba bir dava, bir şikâyet miydi?
— Ne var, söyle bakayım? Diye çağırdı.
Sarışın yörük:
— Efendim, babam size şu yoğurdu gönderdi, dedi.
— Niçin?
— Şey…
 
— Ben yoğurt filan ısmarlamadım.
 
. . . . .
 
Dedikoducu eşraf birbirlerine bakıştı. Bu bir rüşvet miydi? Kadı İbrahim Efendi de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger yoğurt… Ne münasebet! Kan beynine sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı şaşkın yörük delikanlısının üstüne dikti:
 
— Baban kim be?
— Hatıloğlu Ehmet Ağa…
— Tanımıyorum ben.
— O sizi tanıyor efendim. Bu yoğurdu hediye gönderdi. Ona büyük bir iyilik etmişsiniz.
 
Kadının dünyada kimseye iyilik edebileceğine ihtimal vermeyen eşraf, baştan aşağı kulak kesildi.
Kadı İbrahim Efendi de tanımadığı bir adama nasıl iyilik ettiğini merak etti.
 
— Ne iyilik etmişim?
— Koyunlarını kurtarmışsınız efendim.
— Ne vakit?
— Dün gece.
 
Kadı, Yörüğe “Deli olmasın?” diye dikkatli dikkatli baktı. Dün gece evinden dışarı çıkmamıştı. Yalanını tutmak için sordu:
 
— Nerede?
— Rüyasında efendim…
 
. . . . .
 
Eşraf, gülmekten katılıyordu. Kadı, haysiyetinin incindiğini duydu. Suratını daha beter astı. Fakat “iyilik etmek”, reddolunacak bir şey değildi. Rüyada olsa bile!.. Açtı ağzını, “mânâ âlemi”nin hakikat olduğunu, “görüntünün hayalden ibaret” bulunduğunu, acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. Hakikat ancak rüyada tecelli edebilirdi. Kendi iyi idi. İyiliği işte rüyalara giriyordu. Sonra döndü, Yörük’e:
 
— Babana selam söyle oğlum, dedi, bırak oraya lengeri. Ben namazdan sonra aldırırım.
 
Delikanlı, yoğurt kabını kapının yanına bıraktı. Gidecekti. Fakat “mânâ âlemi”nin ehemmiyetini ilim diliyle iyice anlattım sanan Kadı Efendi, rüyada yaptığı iyiliğe dair daha ziyade tafsilat almak istedi.
 
— Babanın koyunlarını nasıl kurtarmışım, biliyor musun?
 
Genç Yörük, basacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. Sonra arkasına baktı, ellerini önüne kavuşturdu. Mavi donunun üstündeki kocaman kuşağını kollarıyla sıktı. Yutkundu. Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya başladı:
 
— Babam dün gece rüyasında koyunları Alabayır’ın üstüne yaymış.
— Ey…
— Sonra kocaman bir kurt peyda olmuş. Koyunları parçalayacakmış, o vakit siz gelmişsiniz işte… Kocaman, azgın, dehşetli bir yaban domuzu olmuşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız. Kurt kaçmış… Siz kovalamışsınız. Sonra… Tutunca kurdun karnını azı dişlerinizle yarmışsınız. Koyunlar da… Şey…
 
Yörük, rastgele tavandan çektiği sakin gözleriyle Kadı Efendi’nin kararmış suratını görünce, birdenbire hikâyesini kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir yaban domuzunun azı dişleri altında kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Hâlbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler, birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı.
 



 
 
 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar