Seydi Ali Reis Mir'at al-Memalik Alıntılar

09.10.2013

Seydi Ali Reis Mir'at al-Memalik Alıntılar



MİR'AT-ÜL MEMALİK (ÜLKELERİN AYNASI)

 

 

DESTANA GİRİŞ

 

Yine deryayi mihnet eyledi cûş,,
Mevc-i gam başdan aşup etdi huruş

Dehr idüp aşikâre kînesini
Garka kasd etti ten sefinesini

Padişah-ı Alem-penah Hazretleri 1553 senesi Ramazanın ortalarında büyük ve muazzam bir ordu ile Doğu seferine çıktılar, kışlamak için Halep istikametine yöneldiler. Bu acize de Sefer-i Humayun'da hizmet görevi verilmişti. Padişahımızla mübarek Ramazan bayramını Yenişehir'de (Bursa) geçirdik. Oradan Seydi Gazi'ye geçip türbeyi ziyaret ettik. Halep'e vardık.Hz. Davud, Zekeriyya ve Belkıya peygamberler ile ashabdan Sa'd Ensari; Sa'id Ensari ve diğer salihlerin kabirlerini ziyaret ettik. Mübarek Kurban bayramını orada geçirdik.

Önceden Mısır kaptanı Piri Bey (Piri Reis), Süveyş iskelesinden otuz kadarbaştarda; kalite ve kalyon ile Kızıldeniz yoluyla Cidde'ye uğrar. Oradan Yemen'e varır ve Bab'ul Mendep boğazından çıkar.

Aden önünde Şıhr ve Zafar yoluyla Re's-ul Hud'u geçer. Yolda fazla sis ve bulut olduğundan gemiler birbirinden ayrı düşer. Şıhr yakınında bir kısmı parçalanır. Bir kısmı kurtulur. Umman'ın güneyindeki Maskat kalesini fetheder. Basra limanına gelince düşmanın donanmasının geldiğini haber alırlar.

Maskat kalesinden esir alınan düşman kaptanı da:

"- Donanmanın gelmesi muhakkaktır. Burada durmayın yoksa çıkamazsınız!" deyince donanmanın hepsini çıkarmaya muktedir olamayıp, kendisine ait üç parça kadırga ile düşman gelmeden evvel limandan çıkar. Bir kadıga da Bahreyn yakınında parçalanır. Piri Reis Mısıra varır. Diğer gemiler Basra'da kalır.

Kubad Paşa , Mısır sancak beylerinden Ali Bey'e kaptanlığı teklif eder. Fakat o razı olmayınca karadan Mısır'a geçer. Gemileri bozulur. Bu durum İstanbul'da duyulunca kaptanlık, Basra şehrinde Katiyf sancağından azledilen Murad Bey'e verilir. Onbeş kadırga ve iki barça ile Murad Bey, Mısır'a gitmek ümidiyle Basra'dan ayrılır. Hürmüz önlerine geldikleri zaman düşman donanması ile karşılaşırlar. Büyük bir savaş olur. Süleyman Reis, Recep Reis ve bir çok asker şehit olur. Tekrar Basra'ya kalan gemilerin yanına gidip, memlekete dönmeye imkan olmadığı padişaha arz edilince kaptanlık görevi bu aciz kula (Seydi Ali Reis) verildi.

Deniz ilmini hakkı ile bilen bir adam olmam nedeni ile 960 H. (1552 M.) Zilhicce'sinin sonlarında Mısır kaptanlığı hizmeti bu fakire hediye edilip, Basra limanında bulunan gemilerin tekrar Mısır tarafına getirilmesi emredildi. Bu ferman üzerine 961 H. (1553 M.) Muharrem' inin birinci günü Halep'den Basra'ya doğru yola çıkıp, Birecik önünden Fırat köprüsü ile geçilip Urfa'ya varıldı. Nusaybin'den Musul'a geçildi, Bağdat'a yönelindi. Şehr-i Aşık ve Ma'şuk'dan Harbi kasabası ve Semike kasrı yolu ile Bağdat'a varıldı. Burada gemilere girilerek Basra'ya doğru yola çıkıldı.

Yolda Medayin şehri seyredilip, Kisra'nın takı ve şah-ı Zenan'ın kasrı temaşa olunduktan sonra Selman-ı Farişi de ziyaret edildi. Ammare boğazı geçilip, Vasıt yolu ile Zekiye'ye varıldı. Içıl kalesi ile Mezraa kalesi önünde Sadr-ı Süveybe kalesine varıldı. Daha sonra Basra nehrine gelinip Safer ayının sonunda şehre girildi.

 

BASRA VİLAYETİNDEKİ DURUMU BEYAN EDER

Ertesi gün Mustafa Paşa ile konuştuk. Elimizde olan Ferman-ı Şerifleri görünce, mevcut olan onbeş parça kadırgayı teslim etti. Tamire muhtaç yerler gözden geçirilip kalafatlandı. Hürmüz ganimetlerinden yararlanarak her gemiye su ihtiyacını karşılamak için, yeter derecede kıntas işlettik. Mustafa Paşa Hazretleriyle anlaşıp o kal'ayı Hüveyz fethine gösterişli tayfalarla gitti. Bu acîzi de beş kadırga ile Alyancoğlu tarafından şehre bir zarar gelmesin diye Cezayir'e gönderdi. Gemilerde olan Mısır askeri Mustafa Paşa ile beraber gitti. Kale fethedilemedi. Yüzden fazla tüfekçi askerim şehit oldu.

Mevsim sonu yaklaşınca Paşa Hazretleri denizcilikte mahir Şerif diye bir şahsı, bir fırkata ile inceden inceye araştırma yapması için Hürmüz tarafına gönderdi. Dört parça düşman gemisinden başka gemi olmadığını, oraların da mevsim itibariyle her zamanki gemiler olduğunu bildirince gemilere binip Mısır'a doğru yola çıktık. (1 Şaban 961/ 2 Temmuz 1554)

 

HÜRMÜZ DENİZİNDE MEYDANA GELEN OLAYLARI ANLATIR

Bu senenin Şabanın birinci günü, Basra limanından yola çıktık. Paşa Hazretleri yukarıda ismi geçen Şerif'i yol arkadaşı olması için, Fırkatası ile Hürmüz'e varınca bize gönderdi. Şattul-Arab'dan Mahzeri yolu ile Abâdan ve Hızır Aleyhisselam' ın makamını ziyaret ettikten sonra Hürmüz denizine açıldık. Dospol ve Şuster kıyılarından Cezire-i Muhtereme yani Harek'e geldik. Şiraz'ın limanlarından olan Rışher'e vardık. Fars topraklarını, yani, Şiraz'ın etrafını gezdik. Arabistan'ın güneyinde, Hıcr, yani, Lahsa yakınındaki Katif şehrine vardık. Bir kılavuz bulup haber sorduk. Düşmandan bir haber alamadık. Buradan Bahreyn'e geçtik. Oranın hakimi olan Reis Murad ile görüştük. Ondan da düşmandan haber sorduk. O da denizde düşman yoktur dedi. Hürmüz Denizi'nin bir çok adalarına uğradık ama düşmana ait hiçbir bilgi alamadık.

Hürmüz'ü geçince, Basra'dan yol arkadaşı olan Şerif' i, Mustafa Paşa Hazretlerini, "Hürmüz geçildi." diye bir mektupla gönderdik.

Cilgar ve Cadı sahillerinden Kimzar ve Lime adıyla bilinen kasabayı geçtik. Horfekan şehri yakınlarına geldiğimiz zaman, yolculuğumuzun kırkıncı, mübarek Ramazan'ın da onuncu günü, ikinci zamanıydı (10 Ramazan/ 9 Ağustos). Ansızın, yirmibeş Portekiz gemisiyle karşılaştık. Üzerimize doğru geldiler. Hemen demir alıp, silahlarımızı hazırladık. Hazırlıklar tamamlanınca, savaşa başladık. Öyle bir top ve tüfek savaşı oldu ki dille anlatılamaz. Sonunda Allah'ın yardımı ile Portekizlilerin bir kalyonu topla vurulup kendisini Fekkulerdad adasına baştankara etti, fakat, kurtulamadı. Yatsı zamanına kadar şiddetle çarpıştık. En sonunda düşman kaptanın ümidi kırılıp korktu ve gemilerine savaş kes işareti verdi.

Saadetlû padişah efendimizin emrindeki kullar olarak, Allah'ın yardımıyla, düşmanı yendik. Gece deniz süt limandı. Aniden şiddetli bir fırtına çıktı. Kıyı yakın olduğu için sabaha kadar hafiften yol aldık. Ertesi gün Horfegan'a vardık. Umman'dan, Amman kasabasına geldik. Böylece onyedi gün tekrar denizde yolculuk yaptık. Mübarek Ramazan'ın yirmialtıncı günü-ki Kadir Gecesiydi- Maskat kalesi ve Kalahan önlerine geldik (25 Ağustos).

Sabahleyin, aniden, limandan, askerle dolu otuzdört gemi üzerimize hücum ettiler. Biz kıyıda onların gelmesini bekledik. Şiddetli top, tüfek ve kılıç mücadelesi yapılıp öyle bir savaş oldu ki anlatılamaz. Bir kadırgamızı yaktılar. İki tarafın askeri de kuvvetten kesildi. Zaruri olarak demir atıldı. Bu halde yine savaş devam etti. Denize sandallar indirilip batan kadırgaların reislerinden Alemşah reis, Kara Mustafa, Kalafat memi, gönüllü kumandan Dürzî Mustafa Bey ve diğer Mısırlı asker aletçilerden iki yüz kadar insan toplandı.

Allah şahidimdir ki, merhum Hayrettin Paşa ile beraber bulundum. Andrea Doria ve Cend Dal'la yapılan savaşlarda böyle bir gemi savaşı olmamıştır.

Arap topraklarından ayrılıp, Kirman vilayetinden Jask topraklarına vardık. Buranın kıyılarında bir liman yoktu, uygun bir yere demir atıp bir iki gün öylece yürüdük. Sonra, Mekran vilayetinden Kiçi Mekran'a vardık.

Gvadar isimli iskeleye vardık. Oranın halkı Bulucistanlı idi. Padişahları, Melik Dinar oğlu Melik Celâlü'd-Din'di. Gvadar hakimi gemiye gelerek Saadetlû padişah efendimize bağlılıklarını bildirdi.

 

HİNT OKYANUSUNDA MEYDANA GELEN OLAYLARI BİLDİRİR

Rüzgardan biraz aman alınca, Allah'ın yardımına sığınarak, Hint okyanusuna açıldık ve Yemen tarafına doğrulduk. Tahminen Re's-ul Hat'ı geçmiş, Zafer ve Şihr kıyıları yakınlarına gelmiştik ki, gün batısından, fil tufanı adıyla meşhur bir fırtına koptu. Rüzgar hiç göz açtırmıyordu. Gemilerde olan ağırlıkların hepsini denize döktük. Bu fırtına on gün kadar sürdü. Denizde, iki kadırga uzunluğunda; hattâ daha büyük balıklar gördük. Kılavuzlar: Dokunmaz; korkmayın dediler.

Med-cezir olayı meydana geldi. Bulunduğumuz yerde med olayı daha fazla olduğundan Çekid körfezi yakınlarına düştük. Karaya yakın olduğumuza işaret olmak üzere deniz atları, kocaman yılanlar, harman büyüklüğünde kaplumbağalar ve rişte-i bahr gördük.

Denizin rengi beyazlaşmaya başladı. Bu bir girdabın meydana geleceğine işarettir. Denizdeki bu durum iki yerde meydana gelir birisi Habeşistan sahillerinde Guardaful ve diğeri de Sind yakınlarında Çekid körfezidir. Bunlara tutulanların kurtulma imkanı olmadığı deniz kitaplarında yazılıdır. Hemen bulunduğumuz yerin derinliğini ölçtük, orta yelkenleri bağlayıp sereni yisa ettik ve devriye koyduk. Sonunda Hakk'ın yardımıyla cezir zamanı geldi. Rüzgar da ters esmeye başladı. Yani hafiften çapazlama hatta pupa-pruva esmeye başladı.

Yelkenleri takıp Formiyan ve Mangalur'un önünden geçtik. Diu'ya vardık. Diu düşman elindeydi, oraya gitmeye çekindik. O gün yelken açmadık, serdümen ile yol aldık. Gittikçe rüzgar hızını arttırdı. Gemilerin dümenleri zaptedilemeyecek hal aldı. Deniz gemilerin üzerindeki ağaçları alıp gitti.

Velhasıl o gün bir kıyamet günü idi. Sonunda Hindistan'ın Gücerat eyaletine vardık. Fakat bulunduğumuz yerin neresi olduğunu bilmiyorduk.

Ansızın kılavuzlar: "Dikkat edin! Önümüzde girdapvârî çatlak." var diye bağırınca demirleri funda ettik. Fakat gemiyi harpuşte muhkem çiğneyip batırmalı eyledik. Sonunda demirlerin biri küpe, biri de paçoz dibinden kırıldı. Tekrar iki demiri sağlamca döşeyip bağladık. Böylece fırtınadan kurtulduk. Fakat kılavuzlar, "Burası Diu ile Daman arasıdır, gemi batsa hiç kimsenin kurtulma ümidi yoktur. Hemen yelkenleri açıp, düşmanın yakınında bir yere varmak gerekir." deyince, bulunduğumuz yerin git-gelini, yani akıntısını hesap ettim. Haritadan pusulaya bakarak yerimizi buldum. Kıyıya yakın olup olmadığımızı hesapladım. Gemilerin sularına baktım. Hemen hemen döşemeler sularla örtülmüştü. Suları boşaltmaya başladık. İkindi zamanı hava biraz açıldı. Hindistan'ın Gücerat eyaletinin Daman isimli vilayeti önündeydik. Kıyıdan uzaklığımız iki mil kadardı. Bütün gemiler oradaydı. Beş gün beş gece kasırga ve yağmuru demir üzerinde geçirdik. Çünkü, mevsim, Hindistan'ın yağmur mevsimi idi. Gece gündüz elimizden pusula ve saat düşmedi. Herkes şaşkınlık içinde, sıkıntıya batmış olarak, dünyadan ümidini kesti.

 

GÜCERAT'TAKİ DURUMU BEYAN EDER

 

Hazret'i Allah'ın inayeti ile, beş gün sonra rüzgar hızını kesti, ortalık süt liman oldu. Parçalanan gemilerin top ve diğer kısımlarını Gücerat padişahı Sultan Ahmed'in amirlerinden Daman hakimi Melik Esed'e emanet bıraktık. Orada, Kalküta'dan gelmiş olan birkaç savaş gemisi vardı. Kotuvalları gemiye gelerek, Kalküta padişahı Samirî'nin, saadetlû padişah hazretlerine bağlılık ve hürmetlerini bildirdi.

Şehrin valisi Melik Esed bu acize haber göndererek, düşman donanmasının gelmek üzere olduğunu, tedbirli olmamızı, Kal'ayı Surat'a varmaya çalışmamızı bildirdi. Haberin gemilerdeki tayfa arasında yayılması üzerine, bazıları orada kalıp Melik Esed'e tabi oldu. Bazıları da sandallara atladılar ve Yetim Surat'a gitmeye karar verdiler. Bu acize ( Seydî Ali Reis) uyan bir miktar gemici ile elbirliği edip çalışarak, her gemiye kılavuz aldık, Sırat isimli limana doğru yola çıktık. Denize açılıp yelken-kürek giderken Sultan Ahmed'in vezir-i azamı İmad-ül-Melik'den bir gurab ile Surat beyi Ağa Hamza geldiler. Mektup getirip düşmanın toplantısı olduğunu, Daman' ın açık bir yer olduğunu, tedbirli olmamız gerektiğini bildirdiler. Kal'ayı Surat'a geldiğimizde oranın tehlikede olduğunu haber verdiler. Beş gün Horkari'de suların çekildiği zaman yol aldık, suların kabardığı zaman demir attık. Her türlü zorlukla ve çile çekerek, Basra limanından Gücerat'a Kal'ayı Surat'a üç ayda vardık. Oradaki müslüman halk bizim gelişimize sevindiler. " Umudumuz Gücerat vilayeti Osmanlı ülkesine katılsın ve Hint limanları düşmanın elinden alınmaya çalışılsın." dediler.

Meğer Gürecat padişahı Sultan Bahadır, akrabasından 12 yaşında Sultan Ahmed'i padişah yapmıştı. Nasrul-Melik isimli büyük bir han onun padişahlığını kabul etmedi. Çetr kaldırıp, padişahlık iddia eder. Adamlarıyla Buruç kalesini alır. Sultan Ahmed de, ordusuyla Buruç üzerine yürür. Harp başlamak üzere iken bizim geldiğimizi işitirler. Tüfekçi ve diğer askerlerden iki yüz kadar arkadaşımızı alarak Buruç üzerine yürüdüler. Düşmanın beş kaptanı, yedi büyük kalyo ve seksen grap ile geldi. Bizim burada bulunduğumuzdan haberdar olunca, bizimle savaşa başladı. Siperler yaptık iki ay kadar gece gündüz harbe hazır olduk. Bu acizin ortadan kaldırılması için Nasır-ül Melik, düşmanlarla ittifak edip bazı fedailere birlik akçe vererek gece çadırlarımıza gönderdiler. İkinci defa yemekte zehirlemek yoluna gittiler. Bu sefer de Surat kalesinde Kutuval bulunan Hüseyin Ağa, beni tertipten haberdar etti.

Sultn Ahmed Buruç kalesini fethedip Hüdavent Han ve Cihangir Han'ı bir miktar fil ve askerle Surat'a gönderdi. Kendisi de Ahmedabad'a doğru yürüdü. Ahmedabad'da da Sultan Ahmed isimli bir genç, çetr kaldırıp, padişah olmuş ve tahta geçmişti.

Sultan Ahmed oraya varınca, ona karşı çıktı, savaş başladı. Kendisi yarlandı, hanlarından Hasan Han da düşünce savaş bitti ve oradan kaçtı. Önceden padişah olan Sultan Ahmed tahta geçti. Nasır-ül Melik kederinden ölünce, Gücerat'da hava düzeldi.

Kafir bu durumu öğrenince, Hüdavend Han'a elçi gönderip: "Bizim sizinle işimiz yoktur. Bizim işimiz Mısır kaptanı iledir." diye bu acizi onlardan istedi. Teklif kabul edilmedi. Yanımdaki askerler elçiyi öldürmek istediler. Fakat ben mani oldum ve onlara: "Kendimize gelelim, burası padişah memleketidir. Sonunu bekleyelim." dedim.

Bu acizin (Seydi Ali Reis) gemisinden bir kafir aletçi kaçıp elçinin gemisine girmiş ve bizim için: "Bayram ertesi gitmeleri lazım. Bunları teslim almak benim vaadim olsun demiş." Bunu haber alan askerler, kafirin gemisini basıp bu adamı yakaladılar. İdam ettiler. Elçi bu vaziyeti görünce korktu.

Bu şehirde Tanrı ağacı diye bilinen hurma nevinden bir ağaç vardır. Bunun her budağına bir su testisi asarlar. Budağın ucunu kesip testinin içine sokarlar. Buradan kan renginde su akar. Bu su, güneşin hararetiyle az zamanda şaraba döner. Her ağacın altında bir meyhane vardır. Halk devamlı orada yiyip içer.

Askerlerden bazı tıyneti bozuk olanlar orada içip birbirleriyle serdarlarını öldürmeye sözleşirler. Çerakese Serdarı Hüseyin Ağa'nın üzerine hücum ederler. Bazı arkadaşları karşı koyup menetmek isteyince, iki yiğidi yaralar ve Hacı Memi isimli işe yarar bir yiğidi öldürürler.

Askerler bana doğru gelerek: "Bu haramzadenin hakkından gel!" dediler. Ben de: "Bu yer diğer padişahındır, burada bizim hükmümüz geçmez. İnşallah, sabah sahiplerine haber verilir." deyince, "Padişahımızın hükmü her yerde geçerlidir. Serdarımızsın, Şer'i hükmü ne ise sen haber ver, biz hakkından geliriz." dediler. Ben de kelamı Mecid'de, "Cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş ve yaralar birbirine kısastır." diye buyurulmaktadır. Buna göre onun hemen öldürülmesi gerekir deyince, hemen onu da öldürdüler.

 

Kafir hemen hadiseyi işitip birçok ibretler aldı. Elçi hemen o anda araba tutup, Sultan Ahmed'in gittiği yöne doğru gitti. Hüdavend Han, askere, Adil Han'da Buruc'da olan halka ulufe dağıttı.

Yiyecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Gemilerde de alet ve levazımat diye hiçbir şey yoktu. Gemiler eskimişti. Gemilerle Mısır'a gitmek imkansızdı. Gücerat vilayetinde gemicilerin çoğu kaçtı. Gemileri Surat kalesinde olan Hüdavend Han'a bayraklar ve bütün her şeyiyle, deniz yoluyla memlekete gönderilmek üzere, kefaleten bıraktım. Hüdavent Han ve Adil Han'dan borç senetlerini alarak, Mısır yeniçerileri Kethudası Mustafa Ağa, Tüfekçiler Serdarı Ali Ağa, Bölükbaşılar ve diğer işe yarar adamlardan elli kişiyle, 962 senesi Muharreminin evvelinde Ahmedabad'a doğru yola çıktık. Birkaç günde Buruc'a ve Blodra'ya daha sonra da Campanur yolu ile devam ettik.

Yollarda tuhaf ağaçlar gördük. Herbirinin tepesi semaya varan ve üzerlerinde bir kanadından diğer kanadına 14 karış büyüklüğünde her ağaçta sayısız yarasa vardı.

Bu ağaçların kökleri yüksekten toprağa iniyor ve indiği yerden tekrar bir ağaç büyüyordu. Bu ağacın ismi o yerde Tub idi. Bu ağaçların herbirinin gölgesinde binlerce adam gölgelenebilirdi. Yollarında zakkumlar vardı.

Gücerat diyarında çok papağan vardı ve bu yerler maymunların da yetişip barındığı yerlerdi. Her gün, nerde konaklasak, binlerce maymun, etrafımızı çevirirdi.

Sözün kısası, bin türlü eza ve cefa ile, Mahmudabad'a geldik. Onbeş gün nihayetinde de Gücerat'ın başşehri Ahmedabad'a geldik. Padişah İmad'ul Melik ve Diğer Hanlarla görüştükten sonra Sultan Ahmed'e hediyemizi sunduk. Çeşitli ihsanlarına mazhar olduk. Padişah Efendimiz Hazretlerine hürmetler edip, bu acize de bir at, bir katar deve ve harçlık ihsan ettiler.

Ahmedabad yakınındaki Cerkeş denilen yerde Şeyh Ahmed Ma'ribi'yi ziyaret ettik.

Birgün, Sultan Ahmed'in veziri azamı, İmad-ül Mülk'ün konağında düşman elçisiyle bir araya geldik. İmad-ül Mülk, elçiye: "Biz Osmanlı Padişahına muhtacız. Bizim gemilerimiz onların limanlarına gitmese, bizim halimiz eskisi gibi olur. Hem o bir İslam Padişahıdır. Onun kaptanını bizden istemeniz doğru bir şey midir?" deyince, bu acize de bir gayret gelerek; "bre Mel'un, beni bozgun donanma ile buldunuz. İnşallah'u Rahman, yakın zamanda alem'in sığınağı padişah hazretlerinin sayesinde, Hürmüz değil, Diu, belki de Kuvve dahi size kalmayacaktır." dedim. Kafir de " şimdiden sonra Hint limanlarından kuş uçmaz" diye cevap verdi. Aciz de "deniz yoluyla gitmek gerekli değildir. İnşallah, Allah nasip ederse, karadan gitmek, bana daha kolaydır" deyince, kafir konuşmadı, meclisi terketti.

Birkaç gün sonra, Sultan Ahmed, Buruc vilayetini bu acize teklif etti. Fakat kabul etmedim. "Gücerat eyaletini tamamen verseniz durmam mümkün değildir" dedim.

Bir gece rüyamda Hz.Ali (K.V.)'yi gördüm. Önümde yazılı bir kağıt parçası vardı.

-Bu Hz. Allah şefkatidir, seninle beraberdir, korkma! Eğer Hz. Allah'ın şefkati bizimle olmasa, yad vilayetlerin suları bile bizden kaçardı, dedi.

Ertesi sabah bu vak'ayı arkadaşlara anlattım. Hepsi de Allah'a şükrettiler ve hemen padişahın huzuruna çıkıp seyehat için izin istediler. Saadetlu Padişah hazretlerine hürmeten izin verdiler.

Bu şehirde olan Banyan keferesinin gayet bilginlerinden Bat ismiyle bilinen bir topluluk varmış. Tüccar ve diğer yolcuları bir şehirden öbürüne götürmekle mesul imişler. Karşılığında da az bir ücret alırlarmış. Şöyle ki: Yollarda Rajput kafiri, yani Hintlinin atlısı, gelip kervanı soyup talan etmek istese, bu Batlar hançerlerini çekip göğüslerine dayarlar ve "biz bunlara kefiliz. Kervana zarar verirseniz, kendimizi öldürürüz" deyince, Rajput onlara hürmeten kimseye dokunmaz, oradan taarruza uğramadan sıhhat ve selametle gidilirmiş.

Kervana bir zarar gelip Batlar kendini öldürünce, batıl olan ayinlerinde Rajput çok büyük şiddet gösterir ve yapanların ölümüne sebep olurmuş. O vilayetteki Rajput beyleri, topluca, orada olan Rajputları, oğulları, kızları ve kendine tabi olanları tamamen öldürürlermiş.

Ahmedabad'daki müslümanlar da buna güvenerek bize iki bat gönderdiler.Ücreti tayin ettik ve o senenin safer ayının ortalarında, kara yolu ile, Osmanlı ülkesine doğru yola çıktık. Puten'in Piri Şeyh Nizam'ı ziyaret ettik.Orada Sir Han ve kardeşi Musa Han, askerlerini toplamış Radınpur Han'ıBülluç Han ile harp hazırlığındaydı. Bizim gitmemize mani olmak istediOraya giderseniz, onlara yardım edersiniz, birkaç gün durun, vaziyet düzelince, sıhhat ve selametle gidersiniz deyince, "Yüce olan Allah'a yemin olsun ki, biz kimseye yardım etmek için gelmedik. Kendi yolumuza gideriz ve elimizde padişahımızın fermanı var," diye bin türlü yalvarıp yakarmadan sonra, itimat edip geçiş izni verdiler.

Nihayet, oradan da kurtulup, yola koyulduk. Beşinci gün Radinpur'a geldik. Mahmut Han ile görüştük. O da türlü güçlükler çıkarmasına rağmen yola devam ettik. Yolda Rajput kafirleri ile karşılaştık ve beylerinden bir yazı aldık.

Sind'e varınca, develer kiraladık ve Ahmedabad'dan bizi getiren batlara ücretlerini vererek geri çevirdik.

 

SİND VİLAYETİNDEKİ MACERAMIZI ANLATIR

Mübarek Rebiülevvel ayında yola çıkıp, Rajput şehirlerinden Parkin'e vardık. Kafir üzerimize hücum edince, beylerinin mektubunu gösterip, hediye verdikten sonra yolda Rajput kafirlerine karşı dikkatlı olmamızı tembih ettiler. Ertesi gün yola çıktık. Birgün, sabah vakti ansızın karşıdan Rajput geliyor, diye bir gürültü koptu. Hemen develeri etrafımıza çöktürttük ve her taraftan tüfekleri çıkarttık. Kafirler tüfekleri görünce, adam gönderip vergi istediler. "Bizim yükümüz ilaç ve boncuktur. Onun da vergisini, gönderdik, eğer yine istiyorsanız gönderelim" dedikten sonra onlarda dönüp bir tarafa çekildiler. Biz de yolumuza devam ettik.

Onbeş gün Riksan ve çölde gittikten sonra Sind sınırında Vanke şehrine vardık. Oradan da tekrar deve tutup Cuna ve Bağı Feth şehrine vardık.

Meğer Sind padişahı Hasan Mirza kırk yıl kadar Sind padişahlığı yapmış oldup beş yıldan beri bir gömlekle, ata binemediği için, gemilerle Seyhun Irmağına açılmıştı. Her nereye canı isterse oraya gidiyordu.

Sind eyaletinin payitahtı olan Tutte'de sultan olan İsa Turhan Şah, Hasan Mirza'nın işe yarar adamlarını öldürdü ve Nusredabad kalesinde olan hazinesini askere dağıttı. Şah Hasan Mirza'da Bekr'den Sultan Mahmut'u karadaki askere serdar tayin ederek kendisi dörtyüz parça gemi ile denizden Mir İsa'nın üzerine geldi. Orada bizim geldiğimizi haber alınca adam gönderdi. Bizi hürmetle karşıladı ve görüşme yaptık. Ona hediye arzedince, bu acize hürmet, ikram ettiler ve adımızı gayb ordusu koydular.

Bu acize ticaret merkezi Lahor'u vermeyi teklif ettiler ama kabul etmeyip gitmek için izin isteyince onlarda kalenin fethidden sonra gidersiniz deyip, padişah efendimiz hazretlerine bir mektup yazdılar. Bizi Mir İsa ile savaşa sevk ettiler.

Sind şeyhlerinden Şeyh Ab'dul Vehhab ile görüşüp hayır duasını aldık. Şeyh Mirin ve Şeyh Cemali'yi ziyaret ettik. Mir İsa ile bir ay kadar savaştık. Serkuplar yıs edilip toplar kullanıldı ve birçok insan telef oldu. Tutte bir ada olduğundan karşıdan oraya top kar etmediği için alınamadı ve sulh aktetdik. Mir İsa Hümayun padişah adına hutbe okutmak ve nakkare çalmaktan vazgeçti. Yine Şah Hasan Mirza'ya tabi oldu. Oğlu Mir Salih'i hediyelerle Şah'a gönderdi. Şah Hasan Mirza da oğluna Mir İsa'nın askere dağıttığı hazineden geriye kalanı hediye verdi.

O vilayeti Mir İsa'ya başkent yaptı. Veziri Monla Yari ile ferman, ahidname ve tuğ ile yeniden nakkare gönderdi. Mir İsa'ya tabi olup hapiste olan Argun ve Turhan'dan on kadar Mirza'nın her birine hil'at giydirip azat etti. Mir İsa'da Mirza'nın hatunu Hacı Begüm'ü hemen gönderdi.

Cemaziyel Evvel'in ilk günlerinde asker ile Sultan Mahmud karadan Mir Şah Hasan Mirza gemilerle Bekr'e yola çıktı. Hatunu gelip kavuşunca Mirza vefat etti. Sultan Mahmud, merhum Mirza'nın malını üçe ayırıp hanımına, hocası ile Mir İsa'ya gönderdi. Cenazeyi de Tutte'ye gönderdi. Bizi kendi gemisine koyup kendisi karadan Bekr'e doğru yola çıktı.

Mirza'nın cenazesi gemi ile Tutte tarafına yönelince askerler diğer gemileri yağmalayıp kaçtılar. Tayfasız kalınca arkadaşlar tayfaların yerini aldılar. Yağmacılara karşı tüfekle karşı koyup oradan uzaklaştık. Akıntıya karşı on gün kadar yol aldık. Nasırpur'a vardık. Şehri Pajput beyleri yağmalamışlardı.

Mir İsa, adamlarıyla Sultan Mahmud'un ardından gitti. Oğlu Mir Salih gemileriyle ardınızdan geliyoruz deyince, düşündük ve döndük. Bir araya toplanarak dua okuduk. Yine Tutte tarafına dönerek denizde Mir Salih ile buluştuk. Bir miktar hediye ile gemisine gittik. Nereye gidiyorsunuz diye sordu. Biz de "babanızı takip ediyoruz" deyince; "İsa gitti siz geriye dönün" dedi.

Gemicimiz olmadığından gidemeyeceğimizi söyleyince onbeş gemici verdi. Geriye döndük, on gün yol alınca Sind'e varıp Mir İsa ile görüşme yaptık. Merhum Mirza'nın yanında bulunan beylerde orada idiler. Sulh taraftarı olduklarını savaş rızaları olmadığını bildirdikleri zaman, Mir İsa bize saygı gösterip ikramlarda bulundu. Gitmemize izin vermedi ama devamlı ısrar edince, elinde olan yedi parça gemiyi bana teslim etti. Bir elçiyi beraber koşup gemici verdi. Saadetli padişah efendimiz hazretlerine başına gelen musibeti yazdı ve biz de yola çıktık.

Simce ve Maci'lilerle her gün çarpışarak, binbir güçlükle Siyam'a geldik. Oradan, Patrı ve Duble yolu ile Bekr kalesine vardık. Sultan Mahmud ve merhum Mirza'nın veziri Molla Yarı ile görüşme yaptık. Sultan'a bir miktar hediye sunduk ve sohbette bulunduktan sonra Sultan Mahmud'da, Hümayun padişah adına hutbe okutacağını bildirdi. Mir İsa ile de araları bulunup sulh yapıldı. Bizde Sultan'dan gitmek için izin talep ettik. Sultan bu dileğimizi kabul etti ve Saadetlü padişah efendimiz hazretlerine bir mektup yazdı.

Bir gece rüyamda validemi gördüm. "Hazreti Fatıma (R.A.)'yı düşümde gördüm. Senin sıhhatle gelmeni bana müjde kıldı" dedi. Sabahleyin yoldaşlara müjde haberine verdim ve Sultan Mahmud'a gidip vak'ayı anlatınca bize ruhsat verdi. Bir yahşi at, bir katar deve, bir hayme, sayeban ve yol harçlığı ihsan buyurdu. İki yüz elli hızlı Sind süvarisi koştu ve Hümayun Padişah'a bizi dinlemesi için bir mektup yazdı.

Mübarek Şaban'ın ortalarında yola revan olduk. Sultan Pur yolu ile beş günde Mar kalesine vardık. Ertesi gün kuyulara baktık, su bulamadık. Bazı adamlar, sam rüzgarı ve susuzluktan ölüm hali derecesine geldi. Her birine Tiryak-ı Faruk verdik de, bu halden bin bela kurtuldular. Bu hali görünce çöl yolundan vazgeçtik. (Garip kişi kör gibidir) derler. Bunun gibi, bizde geriye Mar kalesine döndük. Daha sonra beraber olan Sind'liler orman yolundan gitmeye korktular. Sonunda arkadaşları teselli edip nasihat ederek,

Kadir olan ince şir efgine
Sunsa tedarikle sunur düşmana

Re'yi kavi vahid u elf olsa er
Re'yi kavi samtıdır ehl-i zafer

Biz, olavuz vahid u düşman maye
Bize yeter ayet-i "Kem minfie"

dedim.On tüfek önde, on tüfek arkada ve diğerlerini de ortaya yerleştirdim. Hak Teala Hazretlerinin nihayetsiz inayetine sığınarak yola revan olunca, bu vaziyeti gören Sind'liler de bizimle can alan ormana girdiler. Bin bela ve mihnet ile Oçi'ye vardık. Şeyh İbrahim ile görüşüp duasını aldık. Şeyh Cemali ve Şeyh Celali Hazretleri (K.S.)'nı ziyaret edip, mübarek Ramazan'ı Şerif'in evvelinde yola çıktık.

Kare nehrini kelek bağlayıp geçince Sind'lileri serbest bıraktık. Oradan, Ab-ı Maçvare'ye geldik. Orayı da gemiyle geçtik. Orada beş yüz kadar ced vardı. Fakat tüfeklerden korkup hiçbir şey yapamadılar. Oradan da yola revan olup onbeşinci gün, Ramazan'ın ortalarında şehri Multan'a geldik.

HİNDİSTAN DİYARINDAKİ SERGÜZEŞTİ BEYAN EDER

İlk olarak, Şehr-i Multan'da Hz. Şeyh Bahaad-Din Zekeriya, Şeyh Rukned-Din ve Şeyh Sadrud-Din'i ziyaret ettik. Şeyh Muhammed Racu ile görüşme yapıp duasını aldık. Mir Miran ve Mirza Hasan Sultan ile görüşme yapıp müsaadeleri alındıktan sonra Lahor'a doğru yola çıktık. Sadgire'ye varınca orada da Şeyh Hamid ile görüşme yapıp duasını aldık ve Şevvel'ın evvelinde Lahor'a vardık.

Meğer, önceden Hindistan Padişahı olan Şir Han'ın oğlu Selim Şah vefat edip İskender Han Padişah olunca, Hümayun Padişah bunu işitip Kabil'den Hint'e yürümüş, evvela Lahor'u alıp zaptederek içine adam koymuş, kendisi Şehr-i Sıhrınd önünde İskender Han ile karşılaşıp onu basarak dört yüz fil ile darbzenleriyle dört yüz arabasını almış, İskender Han kaçarak Mankut kalesine girip bir miktar adam ile Keşmir Mirzalarından Şah Ebu'l Mealı'yı serdar edererek ardına salmış. Kendisi Delhi'ye varıp hanlarından Özbek İskender Han'ı Agra'ya göndermiş, nice han ve sultanların kimisinin Hisar-ı Firuz Şah'a kimini de Sibnel, Beyane ve Kenviç'e göndermiş, her tarafta beyler ve askerler savaş üzere iken bizde Lahor'a varmış bulunduk. Şehir hakimi olan Mirza Şah yol vermeyip; "Padişah'a gitmeyince yol yok" dedi. Sonunda padişaha halimizi arz ettik. Orduyu Hümayun'a gönderin diye emir geldi.

Bu arada bir ay kadar zaman geçti. Bunun sonunda hepimizi Padişah'a gönderip yanımızda da adam koştular. Zaruri olarak yola revan olduk. Deryayı Sultan-Pur'u gemilerle geçip Hisar-i Firuz Şah yoluyla yirmi gün kadar yürüyerek Zilkade'nin sonlarında Hind Pay-ı tahtına, yani, Delhi şehrine varınca Hümayun Padişah haberdar oldu. Han, hanan, diğer hanlar ve sultanların dört yüz fil ve binlerce adam ile Saadetlü Padişah Hazretlerinin izzet ve hürmetine karşılamak için gönderdi. Bu acize de bir at, iki hil'at ve harçlık gönderip o gün orada Han-Hanan büyük bir ziyafet yapıldı ve Diyar-ı Hind'de Divan gece olduğu için akşamleyin ta'zım ve tekrim ile Padişah'ın Divan-ı Hümayun'una götürüldük.

(Hediyye, hediyye edenin kuvvetine göredir.) sözü gereğince, acizane bir miktar hediye arz ettik. Padişah ile mülakat yaptığımızda, Hindistan fethi için gazel arz ettim.

Eğer ki halime rahm itmesey habib benim
İlacı kayda tapar derdime tabip benim

Visal-i yari bana kılmaz idi hak ruzi
Ezelden, ey dil eger bolmasa nasib benim

Şarab-ı la'lin için mest olundu ey saki
Meğer ki girmegey ilgimge hiç rakib menin

Revamidur dimegeysin min içün hergiz
Niçun durur gam-ı hicrimden ol garib menin

Yüzini Katibi görgeç hezar işve bilen
Kul etti gönlümü ol şuh-i dilferib menin

Bu gazelden Padişah çok zevklendi. İzin talep ettiğimizde rıza göstermeyip bu hakire Yüzlük vazife ile Perkene-i haraca caykir verdi ve her yoldaşa yüz bin akçe dirlik tayin etti. Acizane bu teklifi kabul etmeyip gitmek için izin talebinde bulunduğumda "Bir yıl bari bizimle burada kalın" diye ısrar etti. Daha sonra Okre fethedildi. Onun fethine dair de hemen bir tarih düşürüp:

Felek-rif'at Humayun Şah Gazi
Salar pertev livasın mihr u maha

Yetişti Hint'ine kıldı Delhi'ni feth
Nüzul etti hicar-ı din penaha

Yapardı nice hanını ögre sarı
Verip köp istimaletler sipaha

Devam-ı devletinde fethi anın
Müyesser boldu, minnet ol ilaha

Etti ona bir eksikli tarih Mübarek bolsun ögre padişaha dedim.

Bu tarih çok beğenildi. Bir gün mevzuu getirip Sultan Mahmud Bekri'nin durumunu arz ettik. Bir ahid-name göndermesi için talep ve rica da bulunduk, kabul ettiler ve bir ahid-name gönderdiler. Tuğra yerine zaferanlı elini vurdu. Sultan Mahmud'a gidince Sultan'ın veziri Monla Vari bu acize bir mektup gönderdi. Sultanın mektubunu padişaha arz ettim. "El elden üstündür" misalinden çok hoşlandı ve bu hakire rubaiye karşılık vermemi teklif buyurdular. Tam zamanıdır düşüncesiyle "Memur özürlü, özür de insanların en cömerti yanında makbuldür" diyerek arz-ı cevap ettim.

Dest-i hun aludin etti pençe-i mercanını pest
Bu meseldir il arakim dest ber balayi dest

Ol leb-i meygun eğer mecliste bir dem bolgay
Saki kan yığlab sürahi cam-i mey bolsun şikest

Mest-i aşka ehli takva ta'ni koysun ittiniz
Daima hoşyar arasında bulur mazur mest

Zahirin görme kişinin batinga kıl nazar
Zahida ma'naga bak adam imas suret perest

Ba'is-i keyfiyyetigni kayda zevk itgey senin
İçmegan vahdet şarabın Katibı ruz-i elest.

Söylediğim bu gazeli Padişah gördü ve çeşitli ihsanlarda bulundu. Bu aciz kula "İkinci Mir Ali Şir" diye hitap buyurdu. Aciz de "İkinci Mir Ali Şir demek reva değildir. Huşe-Çin olmaya muktedir olsak razı olurduk." dedim. Padişah tekrar "Allah hakkiyle bilir ki bir sene bu tarzda Çağatay tayfasına haydi haydi Mir Ali Şir'i unutturursun" deyip çeşitli lütuflar gösterdi. Bin gün yine sohbet esnasında, Padişahın yakın mirzalarından Hoş-hal Bey , Padişahin okyay kurucusu olup onunla mubahesede bulunan değerli bir genç, bir münasebetle bu acize iki gazel teklif buyurdular. Kafiye ve redifini tayin ettiler. Arkasından Meclis-i Humayun'da okudum.

Ruhları, keyfiyet-i meyden kaçan kim aldur
Sakiye tanır mısın ol gülçehre ne hoş haldur

Nakd-ı ömr nikini meta-ı vaslgaharç ıtganın
Dil bilen kengeşni koy aleme ol dellaldur

Mürdeler ihyasında la'lı mesihadır veli
Zülf-ü cadu, çeş-i fettan, gamzesi kattaldur

Lebleri yarin çiçektir, dil niçin meyl etmesin
Her nim-rese kim çiçek bolgay gönül meyyaldur

Tilbe bolup yığlama kulaş ben dib katibi
Sim eşk birla derun-i sine mal'a maldur. (

İkincisi de:

Çin dururuz lafınga cadulığ anı yılgan imas
Küfr isnadı hattına ey sanem bühtan imas

Şerbet'i la'lini birmen hasta ki deruni koy
Ey Tabibim el benim derdime hiç derman imaz

Ayb ımes mu laf-ı aşkı urak kilup uşşak ara
Aşk meydanında anıng kim başı caltan imaz

Yara itin kılmasun ağyar birla goft u guy
Hem nefs bolmak meleği şeytan bilen çesban imas

Iyd valsı birgey il ol kaşı yaynıng (katibi)
Kıble den yansun yüzi her kim ona kurban imas

Bu gazeller vilayet-i Hint'de meşhur oldu. Herkesin dilinden düşmez oldu. Birgün, Mirzalardan Padişahın afitabecisi Abdurrahman bey ekseri hususi sohbetlerde hazır bulunur, sohbete karışır, dedikodu ederdi. Velhasıl, onlarla mübaheseden gece-gün, bir an bile geri kalmadım ve hiçbir vakit padişahtan ayrı durmadım.

Bir gün, padişah bu hakire:

"-Vilayet-i Rum mu yoksa Hindistan mı büyüktür," diye sual sorunca:

"-Padişahım, Rum'dan maksadınız Rum'un merkezi ise, o Sivas vilayetidir. O zaman Hindistan çoktur. Fakat Padişah-ı Rum'a tabi olan memleketler ise Hindistan onun onda biri kadar yoktur." Diye cevap verdim. Padişah ta "Maksadım tümüdür" deyince, "Padişahim, bu hakirin hatırına gelen şudur ki, İskenderin dünyaya hükmedip yedi iklime malik olması, galiba Padişah-ı Rum olmasındandır. Zira, rub'u meskun'un boyu, (uzunluğu) 180 ve hattı istiva (ekvator) dan eni 66 dir. Astronomi kitaplarında onun genişliği dört bin kere bin ve 668670 fersahtır.

Buna göre, bunların hepsini gezip, buralara hükmetmesi kolay değildir. Galiba her iklimden Padişah-ı Rum gibi hissedar oldu da, onun için yedi iklime hükmetti deniyor:" deyince "Padişah-ı Rum'un yedi iklimde yeri var mıdır?" diye sual etti.

Cevaben "Evvela Yemen, l. İklimden, Mekke-i Şerife ll. İklimden, Mısır, lll. İklimden, Halep lV. İklimden payitaht Konstantiniyye V. İklimden, Kefe Vl. İklimden, Budin ve Beç Vll. İklimden" dir.

Birgün, padişah ile Delhi şeyhlerini ziyaret kasdiyle ata bindik. Şeyh Kutb-u'd Din Pir Delhi Şeyh Nizam Veli, Şeyh Ferid Şükrkenc, Mir Husrev Dehlevi ve Mir Hüseyin Dehlevi'yi ziyaret ettik.

Yine birgün, Mirzalardan Mühürdar Şahin Bey isimli Padişahin makbul ve sırdaşı olan gence gittim. Padişahtan izin talep edip, sebepsiz izin isteme olmasın diye de gazeller yazıp beraberinde gönderdim. Bu gazeller arada bir bahane idi. Nihayet bir gün sevinçli haber geldi. "Ruhsat verildi; halini nazmen padişaha bildir" deyince hemen bir arzuhal yazıp: "Ayağımızın bağlandığı yetişti. Bundan böyle gitme zamanıdır" diye halimizi arzettim. Bu münasebetle de gazel söyledim. Bu arzuhal ve gazelleri görüp merhamet ve şefkate gelerek ruhsat inayet buyurdular. Bu bendeye de tekrar at, baştan ayağa giyecek ve yol ferman verdiler.

Gitmek üzere iken Hümayun Şah, Kasr'dan çıkanken merdivenden düştüler. Padişah ağır yaralandı ve bir iki gün daha orada kaldık. Etrafa padişah iyi diye haber salındı ama merdivenden düşüşlerinin üçüncü günü dar-i zahmetten dar-ı rahmete intikal ettiler.

Oğlu Celalu'd-Din Ekber Mirza; Han Hanan ile Şah Ebu'l-Meali'yi görmek için daha önceden gitmişlerdi. Onlara ciddiyeti hemen bildirildi. Padişahın öldüğünü öğrenip halk ayaklanmasın diye güzel tedbirler aldılar. Eskiden olduğu gibi, divan şöleni çekildi ve padişaha itaatlerinden dolayı, umeraya, adet üzere bahşiş dağıtıldı. "Padişah Çarbağ'a gidiyor" diye at hazırlandı. Hava iyi değil diye vazgeçildi. Ertesi gün halka "Görünüş var" diye ilan edildi. Fakat müneccimler bu saat iyi değildir diye men edince, askerler çok sıkıldılar.

Sonunda padişahın musahiblerinden Monla Bikesi denilen şahsı, üç gün, denize bakar bir eyvan üzerinde tahta geçirdiler. Padişah elbiselerini giydirip yüzünü gözünü sardılar.Hoş-Hal Bey başucunda, Mir Menşi yanında durup bütün sultanlar, Mirzalar, reaya ve avam gelip deniz kenarından padişah'ı görüp dualar ettiler. Böylece padişahın sıhhatta olduğu bildirilmiş oldu.

Hemen ertesi gün umera'ya gidip veda ettim. Padişahın sıhhat haberleriyle Rebiül-evvel'in ortasında, Lahor'a doğru yola çıktık. Şehr-i Sunipet'e oradan Panipet'e, oradan Kırnal'a geldik. Sonra Tanasır'a vardık. OradaHakim-i hükümet olan Kara Bahadır Sultan'a Padişah'ın iyi olduğunu haber verip , her yerde "Padişah sağdır" diye soranlara cevap vererek Sihrind yolu ile Maçvare'ye oradan da Baçvare'ye vardık.

Sultan-Pur nehrini gemilerle geçtik. Epey bir yol aldık ve Rebiül-ahir'in evvelinde tekrar Lahor'a geldik. Celalu'd-Din Ekber Mirza Padişah oldu. Orduya cülüs bahşişi dağıttı. Lahor ve diğer yerlerde adına hutbe okundu. Lahor hakimi Mirza Şah yine bize yol vermedi. "Padişandan emir geldi Kabil ve Kandehar taraflarına kimse gidemez" deyince, tekrar padişahın bulunduğu tarafa yöneldik. Kelinur'e vardık. Oradan Kale-i Manküt karşısına varıp Celalu'd-Din Ekber padişah ve Han Hasan ile görüştük.

Mirza, Bayram Han'ın hocası Molla Pir Muhammedi gönderip "şimdi fetret zamanıdır. Birkaç gün buruda bizimle kalabilirlerse vilayet-i Hind ve Sind'in ne tarafını isterlerse onlara gösterilir" diye buyurduklarında bu fakir, derhal merhum padişahın fermanlarını alıp, ölüm dolayısıyle bir tarih ve mersiye gibi bir gazel söyledim ve bunu huzura arzettim.

Hind içinde bir Humay irdi, Humayun Padişah
Bir dem içre boldi şu nakkar eyledi azm ale

Ol musibetni işitgeç kaçgırıp zari bilen
İttiniz tarihi fevt boldu Humayun Padişah

Mirza, babasının fermanlarını görünce bir hoş oldu. Ruhsat verip dört bin kadar adamla beraber, tekrar Lahor'a geldik. Şah Ebu'l Meali'yi tutup Lahor kalesine gönderip hapsettiler. Düşürdüğüm tarihe ücret olarak bir pervane hediye ettiler. Her birine birlik harçlık lütfedildi. Beylerle Lahor'da toplanıp yol hazırlığına başladık.

Hint'in acaip ve garabini seyrettik. Eğer Hint diyarının şaşılacak şeklerini anlatacak olursak, mevzu dışına çıkmış oluruz.

Neyse ki, Rebiül Ahir'in ortalarında Lahor'dan, Kabil'e doğru yola çıktık. Lahor nehrini gemilerle geçtik. Bundan sonra karşımıza büyük bir nehir çıktı. Karşıya geçmek için gemi bulamadık. Ket'ler yani serir ve göze(desti)lerle

Kelekler bağlayıp nehri geçtik. Oradan da Behere'ye geçtik. Mirza'nın pervanesini Behere Seyyid'ine gösterip "Allaha yemin olsun ki, Padişah vefat edince, halktan mal alınmadı, henüz üzerlerindedir. Adam vazifelendirip üç dört günde toplanıp kusursuz teslim edilsin" dediğimiz zaman, yol arkadaşı olan Mir Babus ve diğer beyler ile müşavere ettik. Şah Ebu'l Meali, Lahor kalesinden kaçıp belirsiz bir tarafa gitti. Bazıları Kabil tarafına kaçtı dediler. Orada kardeşi Kehmerd beyi vardı. Bunun için beyler korkup duramadılar. Siz birkaç gün durun, harçlık alıp öyle gelin? Fakat yollarda korku ve tehlike vardır deyince, arkadaşlarla müşavere ettik. "Kim kanaat ederse doyar, kim de tamahkarlık ederse ayağa düşer" sözünü hatırlayarak harçlıktan feragat edelim. Yol arkadaşlarımızdan ayrılmaz uygun değildir, deyince, hepsi razı oldu ve beraberce yola koyulduk. Hoşap suyunu gemilerle geçip Neylab'a vardık, orayı da gemilerle geçip Zabulistan topraklarına ayak bastık.

 

BUHTER ZEMİN, YANİ ZABULİSTAN'DA VAKİ OLAN SERGÜZEŞTİ BEYAN EDER

Mübarek Cemaziyel Evvel'in birinci günü, Nil Abad'dan Kabil'e doğru yöneldik. Fakat, Adem Han demekle bilinen, Afganlı'dan çekinerek, akşamdam sür'atle ilerleyerek sabahleyin dağların eteğine vardık. Afganlılar haberdar olmadan, şafakla beraber, dağlara tırmandık. Dağlarda binlerce Afganlı ile karşılaştık. Tüfek atıp kavga ederek Allah'ın yardımıyla kurtulup Peşaver'e geldik. Hayber geçidini aşarak, Cuşayi'ye geldik.

Lemegan'a varıp Hezara içinden bin bela ile Buhter Zemin, yani vilayet-i Zabulustan'a gelip pay-i tahtı olan Kabil şehrine ulaştık.

Humayun Padişahın oğulları Muhammed Hakim Mirza ve Ferahfal Mirza'yı görüp Mun'ım Han ile mülakat yaptık. Hümayun Padişah merhumun fermanlarını görüp hürmet gösterdiler.

Kabil güzel bir şehirdir. Etrafı karlı dağlarla, dört bir yanı da akarsulu bağlarla çevrelenmiştir. Her tarafı zevk sefa sohbet meclisleriyle doludur. Halk, uçtan uça, latif ve müzeyyen güzellikler içinde zevk ve sefa ederler. Saz ve sözleriyle halkı daima şen, içkili, halinden memnun ve toplu haldedir. Fakat binaların hiçbirisi gözümüze gelip vatan arzusu gönlümüzden bir an olsun gitmedi. Gitmek isteyince, Mun'ım Han "Yollarda kar var Hindikuş dağları bu vaziyette geçilmez birkaç gün burada kalın" dedi.

Bu fakir de "Erlerin azmi dağları yerinden oynatır derler, gayret gerekir" deyince çöpcülük ve kılavuzluk yapan tayfa üzerine hakim olar Mir Nezri'yi gönderip bu tayfalardan, atları ve eşyayı dağdan aşırmak için üç adam vazifelendirdi. Mübarek Cemaziyel Ahir'in başlarında yola çıkıp Karabağ'a oradan da Çarikiran'a, sonra da Pervan, yani Şehr-i Mervan'a vardık.

 

 

VİLAYET-İ BEDEHŞAN VE HOTLAND'DA AHVALİ BEYAN EDER

Mübarek Recebin evvelinde Şehr-i Endirab'a vardık. Oradan da Bedehşan vilayetinden olan Tahkan'a vardık. Orada Süleyman Şah ve oğlu İbrahim Mirza ile mülakat eyledik. İlk olarak gittiğimiz gün, İbrahim Mirza karşı gelip bir çarbağda bir miktar hediye ve bir gazel ile Mirza'nın huzuruna çıktık. Bu gazeli Mirza okuyup çok beğendi. Karşılıklı şiir okuduk. Hemen Padişah'a da acizane bir hediye sunduk. Huzurlarına çıkınca bir gazel de onlara söyledim. Onlarda sonsuz lütuf gösterdiler.

Belh Han'ı Muhammed Han ile Burak han arasında düşmanlık olduğunu anlatarak: "O yollar tehlikelidir. Pir Muhammed Han'ın küçük kardeşleri çapulculuk yaptığından Kunduz, Kavadyan ve Termid taraflarında hükümet kuvveti zayıftır. Fakat Bedehşan ve Hotland yolu emniyetlidir. O taraftan gidin" dedi ve bu hakire Padişah ve Mirza at ve hil'at ihsan ettiler. Hotland'da Cihangir Ali Han, Padişah'ın hanımının küçük kız kardeşine bir mektup verdiler. Oradan da yola koyulduk. Payitahtı Bedehşan'a, yani Keşm'e geldik.

Padişah'ın Çarbağı ve Hümayun Padişah'ın Devabe isimli bahçesini gezdik. Bundan sonra Kal'ayı Zafer yolu ile Rustah şehrine, oradan Bender Sumti'ye geldik. Amu suyu, yani Ceyhun ırmağını tulumlarla geçtik. Kaşgar tarafından vilayet-i Hotland'da Delli'ye vardık. Mir Seyyid Ali Hemedan hazretlerini ziyaret edip oradan Külabe şehrine vardık. Cihangir Ali Han ile mülakat edip mektubu verdik. Onbeş adam kılavuz alıp Çarsu şehrine vardık. Oradan Polsenkin'e uğrayıp köprüden geçtik. Kılavuzları serbest bıraktık.

 

TURAN - ZEMİN VİLAYETİNDE, YANİ MAVERAÜ'N NEHİR'DE VAKİ OLAN AHVALİ BEYAN EDER

Köprüden geçip, Turan-Zemin, yani Mavera'ün Nehir'e girdiğimiz gün, orada istirahat ettik. Ertesi gün yola çıkıp Hazarnüve. Oradan da Çarşanba kasabasına vardık. Hoca Yakup Çarhı'yi ziyaret edip oradan Çığanyat'a, yani Hisar-ı Şaduman'a vardık. Bundan sonra Singerd dağını aştık.

Buradan, şehr-i Sebz'e, yani Keş'e geldik. Sultan Haşim'le görüştük. O da geçiş izni verdi. Semerkand ile Şehr-i Sebz arasındaki dağı binbir güçlükle geçip Kasaba-i Mısr'a uğradık. Buradan yola devam ederek Şaban-ı Muazzam'ın başlarında Semerkant'a geldik. Nevruz Ahmed Han ile mülakat edip bir miktar hediye sunduk.

Han, bu hakire, bir at ve baştan ayağa, yani muteaddid hil'atler inayet ettiler. Meğer Burak Han'a saadetli padişah, alem-penah hazretleri, Şeyh Abdül-latif ve Dadaş elçi ile bir miktar tüfekli asker ve top göndermişti. Mülakat yaptığımız zaman Semerkand padişahı Abdül-Latif Han olmuş, yerine Burak Han Semerkand Hanı olmuştu. Fakat, Belh'de Pir Muhammed Han ve Buhara'da Burhan Seyyid Han kendi adlarına hutbe okutmuşlardı. Burak Han bu sebepden onlara bir şey yapamamış, sadece onları meşgul etmişti.

Evvela Semerkand'ı alıp zapt etmiş, oradan da Sebz üzerine yürümüş ve burada büyük bir savaş yapılmıştı. Rumilerin kethüdaları düşünce, orası da zapt edilmiş ve oradan Buhara'ya geçilmişti. Burası uzun müddet muhasara edilince Buhara Han'ı Seyyid Burhan, Karakulu Pir Muhammed Han'a verdi. O da inilerini, yani küçük kardeşlerini gönderip Karakulu zapt etmişti. Sonunda mecburen Burak Han'a tabi olup araları düzeldi, sulh oldu ve o vilayet, yine Seyyid Burhan'a tefviz edildi. Burak Han, Karakul üzerine yürüdü. Pir Muhammed'in kardeşleri aman dileyip şehri verdiler. Orayı da Seyyid Burhan'a verdi. Kendisi Semerkand'a geldiği zaman, bir takım kimselerle Rumilere Ağa olan kimse Taşkend ve Türkistan yolu ile Rum'a doğru yola çıktı.

Beraberinde olan Ahmed Çavuş'da, Buhara ve Harzem yolu ile Rum'a doğru yola çıktı. Bir kısım yeniçeri de Seyyid Burhan'a varıp bir kısmı Han'ın oğullarının yanında kaldı. Kendi yanında yüzeli kadar adam kaldı.

Yukarıda anlatılan olayları bu fakire anlatıp ; "Saadetlü Padişah yanında yalancı olduk. Sözünü kale almadık. Bize yardımcı olsanız bir şeyler yapabilirdik" deyip, bu acize bir vilayet vermeyi teklif etti. Ben de "Bu kadar adamla bir iş yapılmaz ve Padişah'ın emri olmadan biz böyle şey yapamayız" deyince : "Şimdi size adam katıp vaziyyeti devlet kapısına bildireyim" deyip, Hoca Ahmed Yesevi'yi (K.S.) evladından Sard-ı Alem Şeyh-i tayin etti. Bir mektup yazarak : "Bundan sonra Padişah Hazretlerinin her ne emri varsa onunla amiliz", deyip gitmeye ruhsat verdi.Başkent Semerkand'da, Danyal (A.S.), Hızır (A.S.)'ın makamını, Resulullah (S.A.V.)'in hırkaları ve nalınları ve Hz. Ali (K.V.) hatiyle yazılmış Kur'an-ı Kerim'i ziyaret ettik.

Ulema ve meşayihten hidayet sahibi Şeyh Ebu'l Mansur Maturidi, Şah Zende, Hoca Ubeydullah, Şeyh-ul Ahrar, Hoca Abdi Birven, Hoca Abdi Devren Çopan, Kadızade-i Rumi, fetva sahibi Maveraü'n nehirle ulema mezarları yani 4440 mezar ziyaret ettik.

Bir gün sohbet esnasında Burak Han bu hakire : "Gördüğünüz şehirlerden hangisi hoşunuza gitti?" diye sordular. Aciz de :

Dil ser-i kuyun koyup etmez behişt-i arzu
Her kişiye kendi şehri yeğ gelir Bağdad'dan 
(Necati)

deyip cevap verdim. Han bu cevaptan hoşlandı ve ; "Hakikaten doğru söylüyorsun. Amma burada kalsaydınız" diye buyurdular. Han'ın elçisi Sadr-ı Alem Şeyh Türkistan yolu ile gitmek istedi. "O yollarda Mangıt yani Nugayların halka zulüm ve düşmanlık yaptığı işitiliyor. Kazak ve kazakçısı çok olup ehl-i İslam'a asla yol vermezler. Yakaladıklarını soyup ellerinden gelen kötülüğü yapmakta insanlar arasında meşhurdurlar".

O yol uygun bulunmayıp Buhara tarafına yönelince, Burak Han bu acize : " Seyyid Burhan yine bize muhalifmiş. Oğlum Harzem Şah'ı Sultan beyle düşmanlık eder diye işitilir. Cenk ihtimali varsa Acduvan'a geçip elçiyi bekleyin. Vaziyeti araştırıp öğrenin, eğer muhalefet yoksa o yol ile gidin, varsa, orada kalın" dedi. Biz de öyle yapıp mübarek Ramazan'ın beşinci günü yola girip Kale demekle mağrur şehre vardık. Oradan Keremene şehrine geçip oradan da Devva'ya badehu Semerkand nehrini geçip Acduvan'a vardık.

Hoca Abdul-Halik Acduvani'yi ziyaret ettik. Mirza'yı orada bulamadık ve sıhhatlı bir haber de alamayarak oradan da yola devam ettik.

Pul Rıbat'a geldiğimizde Harzemşah Sultanının ordusu tamamen Kayın ve Kacım giyerek savaş hazırlığında idi. Ansızın Han Ali Bey onu orada görüp bu fakire : "Nereye gidiyorsunuz?" diye sordu. "Buhara'ya," deyince : "Şu anda Buhara Hanı Seyyid Burhan Harzemşah Sultan ile harbetmek için gelmek üzeredir. Lütfedip bize yardımcı olun" diye ricada bulundu.

Bu fakir de; "Biz kimseye yardım etmek için gelmedik. Hanın bize yarlığı yani emri bu değildir. Şayet savaş ihtimali olursa Acduvan'a gelip orada elçiyi bekleyin diye buyurmuşlardır" deyince, Acduvan tarafına yöneldik. Minare önüne yaklaştığımızda yüz kadar Alaçapan (çeşitli renkli Tatar) ardımızdan at koşturup "Mirza yarlık kıldı davranın" diye bir yoldaşımıza kılıç çaldı. Biz de kenara atılıp hemen vuruşmaya hazırlanmışken bir ulu Seyyid koşarak geldi. Özbeklere : "Sabredin. Acele etmeyin" deyip dağıttı. İki yanında adamlarıyla Mirza gelip dualar etti. "Lütfedip gitmeyiniz, bir kenara çekilip seyrediniz" deyince, naçar geriye döndük.

On kadar adamla Mirza'nın huzuruna çıktım. Mülakattan sonra Mirza yine ricada bulunup; "bize yardım edin" deyince, buna razı olmadım. "Bari tüfekleri bize verin" dedi ve on kadar tüfeği bizden alarak Özbeklere dağıttı. Bize de "siz bir tarafa çekilip seyredin" diye gururlu bir şekilde söylendi. Seyyid Burhan'ı gözünde asla büyütmüyordu.

Yemiyen kişi yadelden tabanca
Demirdendir sanır kolundaki pençe (48)

O anda karşıdan Seyyid Burhan göründü. Mirza köprüden geçerek Rıbat'ın yanına vardı. Halk arasında bulunan altı yoldaşım Mirza ile köprüden geçti. Bu aciz dört yoldaş ile varıp halkı bir çardak avlusuna koyduk. Seyyid Burhan hemen göz karartıp önünde bin kadar kızıl ayak, yani Buhara'nın yetimleri, kırk kadar Rumi okçu olup yaman askeri vardı. Bir anda Mirza'yı basıp tüfekle yaraladılar.

Mirza, tuğunu, nakkaresini ve her şeyini bırakıp üç yoldaşımızla kaçtı. Birini süngü ile vurdular. Biri de diğer bir yerde şehid oldu. Üç nefer bir miktar Özbek'le Rıbat'a girdi.

Seyyid Burhan onlarla çatışmak üzereyken, iki yoldaşımla attan inerek, askere karşı gidip: " Mirza nededir ?" diye sordum. "Ribat ile çatışmak üzeredir" dediler."Beni Han'a iletin" dediğimde, birkaç kişi önüme düşüp köprüden geçtik. Ribat önüne varınca (kaza gelince kör olur) bu fakiri Ribat'tan ok ile bir zalim vurup yaraladı. Her taraftan kılıçla üzerime saldırdılar. Ölümün eşiğine gelmişken, onlarla beraber olan Rumiler, bu hali görüp fakiri tanıdılar. Özbeklere kılıç çekerek: "Bu, kendisi Han'a gelmiştir. Buna niçin böyle muamele ediyorsunuz?" diye hamle edince, Özbekler benden el çektiler.Han'a haber verdiler, Han Kucaklayıp özür diledi. İki sultan tayin edip yoldaşlarımızı köprüden geçirirken, iki yoldaşımızı yine kılıçla yaraladılar.

Her şeyimizi yağmaladılar. Bin bela ile köprüyü geçip, bir tarafta durduk. Nihayet Han, bu fakire lütfedip: "Rıbat içinde olan Rumilere etbih et, Rıbat'ı versinler. Onlar günahsızdır. Onlara sözümüz yok" deyince Rıbat'a gittik. Her birini çağırarak "Savaştan vaz geçin. Benim burada bulunmamdan dolayı, Han sizi af etti," deyince, onlarda Rıbat'ı verdi. Kaybolan atlardan birkaçı bulundu. Ama birçok tüfek kayboldu. İki yoldaşımız serbest bırakıldı.

Bundan sonra şehrin yoluna devam ederek Buhara'ya vardık. Seyyid Burhan bu hakire: "Dünya ve Ahirette atam ol. Bu vilayet Saadetlü Padişandır. Sen Buhara'da otur, ben Karakul'da olayım diye müteaddit rica ve tekrarda bulununca "Şayet bütün Maveraü'n Nehir'i bana verseler bu vilayetlerde kalamam. Ama, siz Han'ıma olan cefayı -inşallah- devlet kapısına arzederim.Padişah Hazretleri tarafından çeşitli inayetler gelip ümidederim ki Hanlık size müyesser olur" dedim.Çeşitli konuşmalardan sonra, gayet memnun ve meşru olarak bu fakiri ziyaret ettiler. Sayısız lütuflar gösterdiler.

Onbeş gün Buhara'da eğlendik. Hergün, bulunduğumuz çarbağa gelip sohbet eder, temaslarda bulunurduk. Bu arada, kendi lisanları tarzında gazel söylemem de teklif ettiler.

Bu gazelden çok hoşlandı. Sonunda gitmek için izin istediğimizde: "Bari demir tüfekleri bize verin, biz size ne kadar isterseniz bakır tüfek verelim." Dedi. Zaruri olarak kalan tüfekleri onlara teslim ettik.oda kırk bakır tüfek verdi. Kaybolan yedek yerine bir ablık at ve iki değerli kitap zimmet edip ruhsat verdiler. Bu arada Burak Han'dan elçi gelip oğlunun affını diledi. Sonunda yine yer verip Acduvan'ı Abdal Sultan'a tayin etti. Araları sulh olunca, bizde yol hazırlıklarına başladık.

Buhara'da: Hz.Hoca Bahaeddin Nakşibend, Kadı Han, Çar Bekir, Hoca Ebu Hafs-ı Kebir, Sadruş Şeria, Tac'uş Şeria, Şeyh-ul Alem, Seyyid Mirkelam, Pir Hoca Bahaud-Din Nakşibendi, Sultan İsmail Samani, Hz.Eyyüp (A.S.) Ka'b'ul Ahbar ve Şems-ul Eimmet'ul Serahsi'yi ziyaret edip,Harzem'e doğru yola çıktık. Karakul şehrine varıp oradan Farib önünden Amuderya, yani Ceyhun'u gemilerle geçtik. Mübarek Şevval ayının başlarında vilayet-i İran-Zemin, yani Horasan diyarına ayak bastık.

Evvela Çarçoy isimli şehre vardık. Burada Hace-i Meşhed İmamı Ali Musa'nın kardeşini ziyaret ettik. Sonra, yola devam ederek çölden, yani, Beriyya-i Horasan'dan Amuderya'nın kenarıyla Harzem'e doğru yollandık. Nihayet bintüre geldik.Dost Muhammed Han ve kardeşi iş sultan ile mülakat yaptık...

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar