Türk Edebiyatından Deneme Örnekleri :

29.11.2015

 

Nurullah Ataç : Yeni Şiir

Yeni şiir başka, yeni şair başka... Yeni şiir dıştadır, yani bugün yeni şiir denilen şey, dış bakımdan eski şiire benzemeyen şeydir: değişik kalıpta; ama öz değişmemiş olabilir. Yeni şair ise şiire, kendisinden önce gelenlerin eserlerinde bulunmayan bir öz getirmiş olan adamdır. Onun şiiri dıştan bakılınca, eski şiire tıpkı benzeyebilir. Nedin de Baki gibi, Naili gibi gazeller, kasideler yazar, hem de hep o konular üzerinde yazar. Ama içten bakınca onun şiirinin Baki'nin şiirinden, Naili'nin şiirinden apayrı olduğunu görürsünüz: "Bu söz Nedim'in sözüdür" dedirten bir hali vardır. Galip için de bunları söyleyebiliriz. Nedim ile Galip edebiyatımızda birer yeni şairdir, bütün büyük şairler birer yeni şairdir. Yeni şairin başlıca vasfı eskimemektir. Nedim eskiyemez, Galip eskiyemez. Villon, Hugo, Rimbaud eskiyemezler. Yahya Kemal eskiyemez (yani ben onun yeni bir şair olduğuna, yeni bir şair olduğu için de eskiyemeyeceğine inanıyorum.)

Yeni şiir ise eskidir. Bir zamanlar gazel yazmak da elbette yeni, yepyeni, züppelik sayılacak bir şey olmuştur; aradan yıllar geçip de herkes alışınca gazel yazmak eskimiştir. Vezinsiz, kafiyesiz şiir yazmak elli yıl sürerse, o çeşit şiirlere ama bizim için eski bir aşinadır. Bir de İstanbul'un bizim çocukluğumuzdaki bir tahtası kalmadı. Edebiyat-ı Cedide bize ne kadar köhne geliyor...

Böyle söylemekle yeni şiiri, vezinsiz, kafiyesiz şiiri kötülemek mi istiyorum? Hayır, onu ne kadar sevdiğimi yıllarca söyledim durdum. Şairin keyfine karışmam: Vezni, kafiyeyi ister kullanır, ister kullanmaz. Ama bir şiiri vezinsiz kafiyesizdir diye ille yeni bulanlardan da değilim.

Vezin, kafiye dış kalıplardır. Bir dış kalıp olduğu gibi bir de iç kalıp vardır. Bugünkü şairlerimizi incelediğimiz zaman bulduğumuz ortak vasıflar iç kalıptır. Dış kalıp nasıl eskirse iç kalıp da öylece eskir. Diyelim ki bugünkü şiirin, genç şiirin başlıca vasfı, bazı kimselerin söyledikleri gibi yaşamak sevgisi, yaşamaktan duyulan hazdır. Gün gelir, bu konudan bezilir, yaşamaktan duyulan hazzı söylemek eskir. Öyle ise yaşamak hazzı, bugünkü şiirin iç kalıbıdır: vezinsizliği kafiyesizliği gibi onun üzerinde de çok durmaya değmez. Yarın eskiyecek bir yenilikten bana ne? Ben ona yenilik dersem bundan yüz yıl sonra gelecek insanlar: "Şuna da bak! Bu kadar eski bir şeye yeni diyorlar!" demezler mi? Benim bugün yeni sayacağım şey, bundan beş yüz yıl, bin yıl sonra da yeni gözükmelidir.

Gerek bugün, gerek bundan bin yıl sonra yeni gözükecek şey ise ancak bir şairin, bir sanat adamının kişiliği, kendinden başka kimsede bulunmayan vasfıdır. Yeni şair Homeros, yeni yazar Montaigne...

O yenilik eskimediği gibi ona benzemek de kimsenin elinden gelmez.

 

Sabahattin Eyuboğlu, Halk Kavramı

Biz aydınlar kendimize halkçı dediğimiz zaman bile, hatta belki en çok o zaman, halkı kendimizden ayrı bir dünyada yaşayan dumanlı bir kalabalık sayarız. Halk bizim inanmadığımıza inanabilir. Bizim bayağı dediğimize güzel, güzel dediğimize saçma diyebilir; biz ağzımızın tadını biliriz, o bilmez. Oysa radyodan bile bazen halkın bugüne dek duymadığı bayağılıkları yayan, gazete ve dergilerde düşünülmedik saçmalıklara düşen, kitap kapaklarına, köşe başlarına, ev içlerine umulmadık zevksizlikleri döşeyen bizleriz. Halk Karagözü yapmış, biz o cıvık operetleri; halk yemen türküsü söylemiş, biz o yapışmış, o ağlamış şarkıları; halk alçakgönüllü ustalar yetiştirmiş, biz burnu kaf dağında üstatlar; halk türkçe gibi bir dil yapmış, biz geçen ki gibi bir kongre; halkın atasözleri var, bizim binbir tuhaf vecizemiz

Halka ta’n eylemek nemiz

Cümle küstahlık bizdedir.

Biz neler yazabilirmişiz, ama halk tutmazmış; ne filimler çevirebilirmişiz, ama halk böylesini istiyormuş, ne ince nükteler yapabilirmişiz, ama halk yalnız kabasından anlıyormuş. Sanki halk en iyi sanatçılarımızı tutmamış, Nasrettin Hoca’yı, Şarlo’yu bizden önce beğenmemiş gibi.

Gelin, işlerimizi halkçı gibi değil, düpedüz halk gibi yapalım. Halkın sözde istediğini değil, kendi aklımızın erdiğini, gönlümüzün dilediğini söyleyelim. Zevksizliklerimizin sorumluluğunu halka değil, kendimize yükleyelim. Halk öyle istiyor diye kimimiz kısık idare lambasına dönmüş, kimimiz çığırtkan renklere boyanmışız. Halka inmeği bırakıp, kendimizi aşmağa bakalım. Yoksa halimiz çocuk şiiri yazmakta inad edenlerin haline döner. Hani bir takım hevesliler vardır, sözde çocuğun dünyasına inip çocukca şiirler yazarlar; yazdıklarını ne kendileri ciddiye alır, ne biz, ne de çocuklar; ama çocuklar adam olsun diye bu zahmete katlanırlar. Bizim inanmadığımıza çocuk nasıl ve niçin inansın? Çocuk kendini aşan, ciddiye alınan, gerçekten benimsenen işleri sever, halk da öyle.  

 

Suut Kemal Yetkin,  Güzel Yazılar - Denemeler'den

 

Deneme kelimesini, yeni bir edebiyat türüne ilk defa ad olarak koyan Montaigne olmuştur. Bu ad koymaya tarih olarak 1571 yılının Mart ayını gösterenler bile vardır. Burada "deneme", yeni bir edebiyat türünü deneme anlamına gelmektedir. Ama bu yeni edebiyat türünü öbür edebiyat türlerinden ayıran sınırlar nedir? Kim bilir cevap belki de o arkadaş kitabın içindedir.

Montaigne'in türlü konular üzerindeki düşünceleri gözden geçirilirse bu düşünceleri, hiçbir plana uymadan, hiçbir şeyi ispata kalkışmadan, insanı ahlâklaştırmak yoluna sapmadan, sırf düşünmekten zevk aldığı, bu zevki de bize tattırmak istediği için yazdığı anlaşılır. Denemeler'in konusu bütün hayattır, hayat tecrübeleridir. Bu tecrübeler insan ruhu üzerine eğilen, gördüğünü -gördüğü acı da olsa- tatlı bir dille soyut sözlere düşmeden delilsiz ispatsız anlatan, görgülü bir adamın hayatından derlenmiştir. Montaigne kitabının başında: "Okuyucu, kitabımın konusu benim!" demiyor mu? Başka bir yerinde de "Herkes önüne bakar, ben içime bakarım: Benim işim yalnız kendimledir: Hep kendimi gözden geçiririm, kendimi yoklarım." diyerek gene kendinden söz etmiyor mu? Ama aldanmayalım, o istediği kadar kendisini anlatsın, kitabının konusu sadece insandır. Denemeler'i ebedileştiren şey dilinin canlılığı, raksedişi içinde "her birimizin bir köşesine dokunduğu" içindir. Deneme tarzının, derin bir insanlık duygusunu, ergin bir insanlık bilgisini gerektirdiğini gene Montaigne'den anlıyorum.
     

Deneme, makale gibi belli bir fikri kesin bir sonuca bağlamaz. Bir felsefe incelemesi gibi, bir doktrinin boyunduruğu altında solumaz. Atacağı adımı hesaplamaz. İşte Apologie de Raimond Sebond'u okuyorum. Montaigne bu parçada sıkıyor. Sürüklemiyor. Gide'in belki de hakkı var: Montaigne burada sürüklemiyorsa belki de o serseri ve kayıtsız düşüncesini bir yeni doktrin uğrunda zorluyor, belli bir hedefe yöneltiyor, kompozisyona büyük bir dikkat gösteriyor da ondan! Bu parçanın yazarına zevk vermeden yazıldığını da bize zevk vermeyişinden anlıyoruz. Kitapta deneme karakterinden uzaklaşan tek parça bu görünüyor. Montaigne'den başka, başta Bacon olmak üzere birçok filozof, edebiyatçı, düşündürücü kitaplarını bu kelime ile adlandırdılar. Ama hiçbiri onun gibi, insan ruhunu soğutmadan bütün sıcaklığı içinde, tabiat kadar tabii olan renkli bir dille bize tanıtmasını bilmemiştir. Hele deneme adı altında kendini tanıtan bazı eserlerin eleştiri yazılarından ibaret olduğunu düşününce, denemenin ne kadar akıcı, tanımı ne kadar güç tarz olduğunu kabul etmemek elden gelmiyor. Bazı filozofların iddialı eserlerine "deneme" demeleri de bana, sadece alçak gönüllülüğü denediklerini anlatıyor.
     Okuyuşumu ara sıra keserek böyle düşünmeme, tek bir kelime sebep oldu. Gece oldukça ilerlemiş: Bir eser vesilesiyle kendi ruhumuzun hikayesini anlatan impressionniste eleştiriyle, deneme arasındaki farkı, A. Gide'in Pretextes'leri gibi eserlere hangi etiketin gittiğini de bir başkası düşünsün.
    İyi geceler, Montaigne!

Ahmet Hamdi Tanpınar : Kitap Korkusu

Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, in­san düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. “Bırak, senin yerine ben dü­şünüyorum!” demekle, “Falan kitabı okuma!” demek arasında hiç bir fark yoktur. İnsanoğlu her şeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra hâline düşer.

Şüphesiz insanı korumamız lâzım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetlerdir. Bir insanı kendi içinde, düşün­cesinin mahremiyetinden korumağa hakkımız yoktur.

Ortaçağ’dan bugüne kadar gelen zaman içinde insanlığın belki en büyük ka­zancı bu basit hakikati kendisine mal etmesidir.

(Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 58-59)

 

Peyami SAFA   : Sürü Adamı

Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde “kendi kendisi” olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, men­sup olduğu sosyeteyi, ırkı, muhiti ve dışarıdan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fi­kirleri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder. İra­desi de böyle dışarıdan gelme, yanaşma, iğreti bir hareket mihrakıdır. Bil­mez ki, asıl kendi kendisi, kendi içi, sonsuz imkânların, keşfedemediği için körleşen ve tıkanan istidatların tükenmez hazinesidir. Örneğini ken­dinde değil, hep dışarıda aradığı bir muayyen bir fikre, bir akideye başka­sının kurduğu sisteme bağlanır, kalır. Artık ölünceye kadar hiçbir hayatın her şeyi hergün değiştiği hâlde o, sakallı feylesofundan yahut iktisatçı şeyhinden bellediği hiç değişmeyen bir kaç âyet içinde kalmaya mahkûm, ilerlediğini sanarak yerinde sayacaktır.

İçinde hep sürü insiyaktan teptiği için, şahsiyetten mahrum, insana en uzak insandır bu. Bir ferttir, fakat şahıs değildir, çünkü onu teşhis için kendisine bakmaya hiç lüzum kalmaksızın, çömezi olduğu ideolojinin, içinde uyuştuğu telkin âleminin firmasını bilmek, onu iptonize eden sakal­lının adını öğrenmek yetişir.

Bu sürü adamlarının yüz bin tanesi bir tek şahsa muadil değildir. Nüfusunu gerçekten artırmak isteyen bir memleket, bunların sayısını azaltmakla işe başlamalı ve fertlerden değil, şahıslardan mürekkep bir sosyete kurmanın yoluna bakmalıdır.

İLGİLİ LİNKLERİMİZ

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar