Aziz Mahmut Hüdayi Hayatı ve Şeyhliği ve Şairliği

16.06.2011

 

 

AZİZ MAHMUT HÜDAİ HAYATI, KADILIĞI, HİLAFETİ VE PADIŞAHLARLA İLİŞKİLER

Hüdâyî, Osmanlı Devleti’nin en zirve zamanı olan Kanûnî Sultan Süleyman devrinde doğmuş, Kanûnî Sultan Süleyman devrinde ve  Yeniçeri ocak nizamının bozulmaya başladığı “ Genç Osman Vak’ası ” ile bir padişahın katledildiği bir süreçe şahit olmuştur.

 Osmanlı devletinin Mîmâr Sinan (958/1551) ile mimaride, Bâkî  (1009/1600)  HAYALİ,  FUZULİ ve Zati (963/1556) ile edebiyat ve şiirde, Karahisarî (963/1556) ile hüsn-i hatta en güzel örnekleri izlemiş; Sokullu Mehmet Paşa ile Tiflis, Gürcistan, Şirvan, Dağıstan, Tebriz ve Şamâhî’nin Osmanlı Ülkesine katılmasına şahit olmuştur.  Kanuni zamanından 11. Selim, III. Mehmet, I. Ahmet, I.Mustafa, Genç Osman ve ıv. Murat zamanlarını görecek uzun bir ömür sürmüştür.

Halvet’îyye Sufi İslâm Tarikatı’nın bir alt sınıfına ait olan Bayramiyye Tarikatı’nın devamı niteliğinde bulunan Celvet’îyye (Celvetî) Tarikatı’nın kurucusudur.  1541 (H.948) yılında Ankara Şereflikoçhisar'da doğmuş; Bursa’da Muhammed Üftâde'den feyz almış,1598 (H. 1007) de Üsküdar'da câmi ve dergâh yaptırmış, 1628 (H. 1038)'de vefat etmiştir. Kabri, İstanbul Üsküdar'da kendi dergâhı yanındaki türbesindedir.

Onun hayatı hakkında bilgi veren kaynaklar başta kendi eserlerinden çıkartılan bilgiler, hakkında oluşan menakıplar ve hakkında yazılmış kaynaklardır. Hüdai’ye âit müstakil bir menakıpname yoktur ama onun hayatından bahseden bütün kaynaklarda menkıbelerine geniş yer verilmiştir. Hüdai’nin Menkıbe ve kerametlerini dergâhın son şeyhi M. Gülşen Efendi “Küllîyât-ı Hazret-i Hüdâyî’” adıyla neşr etmiştir. “ikinci defaki neşri (1338-1340) için yazdığı terceme-i hâl bilgisinin yanı sıra bu malumatı da büyük bir titizlikle derç etmiştir.” [1]

Hüdai’nin devrine yetişmiş bulunan tarihçilerden  İbrahim Peçevi  (1061/1641), Katip Çelebi H ve Atâyî, onunla bizzat görüşmüş ve eserlerinde ondan bahsetmişlerdir.

HAYATI

Mahmûd Hüdai, Fadlullah bin Mahmûd'un oğludur. [2]  Hüdai’nin ebeveyninden biri Koçhisarlı, birisi Sivrihisarlıdır. Babasının Sivrihisarlı, annesinin ise Koçhisarlı olduğu sanılmaktadır. [3] Annesinin ailesinin yanına ziyarete gittiği bir sırada Koçhisar’da doğmuş olmalıdır. Hüdai’nin babasının Fadlullah b. Mahmûd'un mesleğinin ne olduğu ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir. Kaynakların babası hakkında bilgi vermemesinden yola çıkarak Hüdai’nin babasının “ilmiyye” veya “sûfîyye” sınıfından biri olmadığı söylenebilir. Kimi Osmanlı yazarları onun ceddini peygambere dayandırmaya çalışsa da bunun kan bağı şeklinde değil Tasavvufa intisap ve manevi nesep anlamında olduğunu kabul etmek gerekir.

Hüdai’nin doğum tarihi hususunda Harîrîzâde Kemâleddin 1543, Gülşen Efendi 1545 yılında doğduğunu yazmışlardır. “ilk tahsiline memleketi Sivrihisar’da başladığını Vâkıât’tan öğreniyoruz.29 okumak, ilim ve irfânını artırmak için İstanbul’a geldiği zamanın tedris müesseselerinin temelini teşkil eden medreselerden Küçük Ayasofya 30’dakinde ikamet ettiğini Tezâkir adlı eserinde  belirtmektedir:”[4]

Asıl adının “Mahmûd” olduğu “Azîz” ismi kendi eserlerinde rastlanılmadığı için bu ismin hakkında eserler yazan kişiler tarafından sonradan verildiğini ortaya koymaktadır.“Hüdâyî”  1541 [5]Şereflikoçhisar’da doğmuş olmasına rağmen çocukluğu Sivrihisar'da geçti. İlk tahsilini de Sivrihisar da iken yaptı. Daha sonra İstanbul'a giderek Küçük Ayasofya Medresesinde tahsiline devam etmeye başladı. “Çok zeki olup bir defa okuduğunu zihninde tutar, tekrar kitaba bakmaya lüzum hissetmezdi. Hocalarından Nazırzâde Ramazan Efendi, ona husûsî bir ihtimâm gösterdi.”

Mahmûd Hüdai genç yaşta; tefsir, hadis, fıkıh ve zamanın fen ilimlerinde büyük bir âlim oldu. Hocası Nâzırzâde onu yanına yardımcı olarak aldı. Mahmûd Hüdâyî, bir taraftan hocası Ramazan Efendiye yardım ederken, diğer yandan da Halvetî yolunun şeyhlerinden Muslihuddîn Efendinin sohbetlerine katılarak tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı

Şiirlerinde kullandığı mahlası Şeyhi Üftâde (988/1580) tarafından. Aldı. “ Hüdai” veya Hüdai ,“doğru yola mensup” anlamına gelmektedir. Nâzırzâde Ramazan Efendi den dersler alırken Halvetî meşâyıhından Nureddînzâde Muslihuddîn Efendi'nin sohbetlerine katıldığı anlaşılmaktadır. Kanuni'nin Zigetvar seferi esnasında Hüdai bu medreselerde ders görmektedir. Hüdai’nin hocası ile beraber Selimiye Medresesine oradan da hocasının kadılık görevi esnasında hocasıyla beraber Mısır ve Şam gittiğini öğreniyoruz. Mısır ve Şam’da ne kadar kaldığını kesin olarak bilemiyoruz. Ancak 981 Muharrem/1573 Mayıs-Haziran aylarında Bursa’ya ta’yîn edildiğine göre Mısır ve Şam’da cem’an iki üç yıl kadar kalmış olmalıdır. Hüdai 981/1573’te hocası Nazırzâde’nin yanında yine “nâib” sıfatıyla Bursa’ya ta’yîn edildi. [6]

BURSA KADILIĞI

Hocası  Bursa Mevlevîyetine getirilirken o da Ferhadiye Medresesine  müderris ve mahkeme-i suğra olarak bilinen “Câmi-i Atik” mahkemesine nâib oldu. Hocasının ölümünden sonra bir müddet Bursa’da 37 akçe maaş ile kadılık görevini sürdüren Hüdai dergâhına gidip geldiği Üftade Efendiye intisap ederek kadılık görevinden ayrıldı. Hüdai’den mürşidi Hz. Üftâde, evvelâ mal ve mülkten, ikinci olarak memûriyet (nâiblik ve müderrislik)’ten feragat etmesini, üçüncü olarak da nefsini ayaklar altına almasını istedi. Hüdâyî’de bütün bunları tereddütsüz kabul ederek onun irşat halkasına katıldı. 

ŞEYHLİĞİ

Hüdai, bey’at ederken mürşidine verdiği sözleri yerine getirerek önce mal ve mülkünü fukaraya dağıttı. Sonra da memuriyete terk etti. Arkasından da nefsini ayaklar altına alabilmek için çok sıkı bir riyazete başladı. Riyazeti esnasında bir elmayı koklayıp üç günde bir iftar ettiği rivayet edildiği gibi59 bizzat kendisi “riyazet günlerinde sadece kuru ekmekle iktifa ettiğini” ve bu yüzden yolda dirilerden çok ölülerle karşılaştığını kaydetmektedir. Hüdai’nin, şeyhi yanında çok sıkı bir seyr u sülûke tâbi’ tutularak üç sene gibi kısa bir zamanda hilâfet alacak seviyeye yükseldiğini görmekteyiz. Tevazuundan irşâd vazifesine yaklaşmak istemeyen müridine Hz. Üftâde bir başka zaman da “şeyhini bile geçecek” kemale eriştiğini ifade etmiş ve bu vazifeyi kabul etmesini istemişti.

Şeyhi ona hilafeti şu şekilde razı ettirmişti : “Ramazan gelince hazırlan, ehlin ile Ali Çelebi ile ihtiyarınla Sivrihisar’a. Zîrâ bir zamandan beri gönlüme seni mevlidin olan Sivrihisar’a göndermek hutur ederdi.”  diyerek Hüdai’yi akraba muhiti olan Sivrihisar’a halife olarak göndermeye ikna eden Hz. Üftâde:  “İstersen sana bir tâc giydireyim, ya Emir Sultan’ın tacı yahut Baba Yûsuf Efendi veya Hacı Bayram üslûbunda.” demiş,  Hüdâyî de: “Hacı Bayram Vel tâcı giydir” demişti. 

Hüdâyî çoluk çocuğu ve kayını Ali Çelebi ile beraber Sivrihisar’a gitti. (987 Zilhicce/1580 Ocak) 68Hüdâyî Sivrihisar’da altı ay kadar kalabildi ve 988 Cemâdelûlâ 2/ 1580 Hazîrân 16’da şeyhini ziyaret için tekrâr Bursa’ya geldi. 72Bu arada şeyhi Üftâde Efendi, 988 Cemâdalâhır 12/1580 Temmuz 26’da vefat edince artık Hüdai’yi, Bursa’ya cezbeden kuvvet zail olmuş; o da bu üzüntü ile tekrar memleketine çoluk çocuğunun yanına dönmüştü. Fakat Hüdai’nin Bursa dönüşünden sonra Sivrihisar’ da çok fazla kalmadığı Rumeli’ye geçtiği Eski Zağra’da ikamet ettiği ve orada bir cami yaptırdığı anlaşılmaktadır. Rumeli’den İstanbul'a dönüp Küçük Ayasofya’ya yerleştiği anlaşılmaktadır: Hüdai’nin Küçük Ayasofya’da bir müddet kaldıktan sonra Üsküdar tarafına geçtiği kaynaklar tarafından belirtilmektedir.

Hüdai’nin mektuplarından onun Ferhad Paşa (1004/1595) ile beraber İran seferine iştirak edip Tebriz’e kadar gittiğini öğreniyoruz:

Azîz Mahmut Hüdai, İstanbul’da Küçük Ayasofya’daki ikameti esnasında ilim ve devlet adamlarına kadar uzanan geniş bir muhit edinmiş, padişaha karşı da samimim bir yakınlık temin etmişti. Hüdai, Fâtih Câmii vaizliğine tayin edilmiş, Fâtih Camii’nde dört yıl görev. Daha sonra Üsküdar Mihrimah Sultan camisinde vaiz olarak kalmıştı. (H. Kâmil Yılmaz i, Aziz Mahmut Hüdai, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 338-340,.)


PADIŞAHLARLA MÜNASEBETLERİ 

Hz. Hüdai’nin hayatından bahseden kaynaklar onun Sultân Ahmed’le çok samimi bir münasebet içerisinde olduğunu hatta Sultan’ın kendisine intisap ettiğini kaydetmektedirler. Menkıbelerde “rü’yâ ta’bîri” ile başlayan bu münasebetin zamanla daha ileri dereceye ulaşmış bulunduğu kaydedilmektedir. Hüdai'nin III Murat üzerinde de tesiri olduğu mektuplarından ve diğer kaynaklardan anlaşılmaktadır. Padişahın kendisine kürk hediye edecek kadar muhabbetle bağlanmıştı. Hüdâyî, bu alâkayı asla istismar etmemi ve çıkarları için kullanmamıştı. Sultan I. Ahmet de, Şeyh Hüdai’ye büyük bir saygı ile bağlanmış  onun “mikâbında piyade yürüyecek” kadar ona saygı duymuştu.

 

I.Ahmet’ten sonra tahta geçen Genç Osman’ın da A.M. Hüdai'ye değer verdiği onun telkinlerine uyduğu anlaşılmaktadır. Nitekim onun telkiniyle Hacca gitmek istemiş çeşitli şekillerde Hacca gitmesi engellenince İsyan esnasında katledilmişti. A.M.Hüdai'nin telkini ile Hacca gitmiş olsaydı bu felaketten kurtulmuş olacak Hacca gitmiş ilk Osmanlı sultanı olacaktı.

Kaynaklar Hüdai’nin üç defa haccettiğini belirtmektedir. Hüdai’nin üçüncü haccı da müritlerinden bir zât ile 1029/1620 tarihinde gerçekleşmiştir.

Hz. Hüdai, çok hareketli ve bereketli bir ömür sürdükten sonra doksan yaşları civarında 1038 Safer 3 / 1628 Ekim 1’de Salı akşamı Hakk’a yürümüştür. Kamerî hesaba göre doksana baliğ olan yaşı şemsî takvimine göre seksen yedi civarındadır.

Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış ve zaviyesinde bizzat kendisinin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.

KERAMETLERİ

Hüdai, Bursa’da müderris ve nâib olarak hizmet görmekte iken şöyle bir rüya görür: “Kıyamet kopmuş, sırat ve mizan kurulmuş; ashâb-ı hayr ve salâhdan olduklarını zannettiği pek çok kimse bâ-husûs hocası Nâzırzâde (984/1576) de cehennemlikler arasındadır.” Bu rü’yadan son derece müteessir olan Hüdâyî, uyandığında dünyevî meşgalelerini terk ederek Hz. Üftâde (988/1589)’ye varmış ve ona intisâb etmiştir.

Üftâde hazretlerine intisâb eden Hüdai, onun yanında sıkı bir riyazet ve nefs terbiyesine başladı. Hz. Üftâde bir gün müridine:

-Haydi, evlâdım, bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa sokaklarında dolaşıp satmalısın, diye emretmiş; Hz. Hüdâyî de tereddütsüz sırığı samur kürk üzerine almış ve çarşı çarşı, mahalle mahalle dolaşmaya başlamıştı. Bu hâli gören ahali, “hâkim çıldırmış” diyerek aleyhinde bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat Hz. Hüdai bunların hiç birine aldırmadı. Ve vazifesini kemâl-i ihtimamla yerine getirerek dergâha döndü. [7]

EDEBİ KİŞİLİĞİ

Hüdâyî ilmî ve tasavvufî eserlerinin yanısıra “Tasavvufî Halk Edebiyatı” çeşidinden şiir ve ilâhîler de yazmıştır. Çağdaşı Bâkî (1008/1599), Nef’î (1044/1634), Hâletî (1012/1603), Cevherî (999/1591) ve Şeyhülislam Yahya Efendi (1052/1642) gibi Divan Şiiri şairlerinden farklı olarak o, şiiri mahz-ı san ’at telakki etmemiş; Ahmet Yesev ,  Yunus Emre gibi tekke şairlerinin yolunda yürümüştü. 

KAFİYE için manayı terk yerine mana için bazen kâfiye ve vezni terk ettiği olmuşsa da şiirlerinin tamamına yakın bir kısmını arûz kalıpları içinde büyük bir ustalıkla söyleyebilmiştir. Nihad Sâmi Banarlı, “Azîz Mahmûd Hüdai, devrinin hem aruzla hem hece ile söyleyen şairleri arasındadır.” diyerek bunu tescil etmektedir."[8]

Tasavvufî Halk Edebiyatı” gurubunda mütalaa edilen Tekke ve Tasavvuf şairlerimizin birçoğu gibi Hüdai’nin şiirlerinde de vezin ve şekil bakımından Yunus tesiri görülmekte ise de “vahdet-i vücûd” fikrîni onun kadar açık işleyememiştir. Yunus Emre ’den farklı olarak az da olsa Arapça ve Farsça şiirler, Türkçe Arapça mülemmalar da yazmıştır.

 

Şiirlerinde serbest fikirleri aksettirmekten çok, şiiri dînî, ahlâkî bilgileri öğretmede ve öğüt vermede bir vâsıta olarak kullanmıştır. Hüdai bir tekke şairi olarak daha çok  “Tekke ve Zümre Edebiyatı” tarzında şiirler söylemiş olmakla beraber, Divan Edebiyatı’na da âşinâdır. M. Hâlid Bayrı, “Hüdâyî dîvanındaki felsefesinin plâtonik bir aşk felsefesi olmadığını” buna mukâbil onun, Ahmed Yesevî tarzında” dindaşlarına yol göstermeyi gaye edindiğini “kaydetmekte ve hattâ” Hüdâyî sanki Ahmed Yesevî ile beraber yaşamış, onunla aynı zamanda yetişmiştir” demektedir.

Eserleri

Azîz Mahmûd Hüdai, insanların Ehl-i sünnet itikadında bulunmaları ve ibadetlerini doğru yapmaları için pek çok eser yazmıştır. Bu eserlerden bazıları şunlardır:

1.      Nefâ’isül-Mecâlis: Tasavvufî bir tefsirdir. Anacak Kur’an ayetlerinin tamamı değil seçilen bazı ayetler açıklanmıştır. Yazmalarının bir kısmı iki, diğerleri üç cilt hâlinde olup en düzgün ve en eski nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir. (Şehid Ali Paşa, nr. 172-174)

2.      Câmiul-Fezâil Ve Kàmiur-Rezâil: İlmî, amelî ve ahlâkî faziletleri anlatan bu eser, Hüdâyî’nin en meşhur ve en yaygın eserlerinden biri olup en eski nüshası Köprülü Kütüphanesi’ndedir (nr. 1853/3)

3.      Miftâhus-Salât Ve Mirkàtün-Necât: Namazın fazilet ve hikmetlerini anlatan risâlede Muhyiddin İbnül-Arabî ve Şehâbeddin Sühreverdî gibi büyük mutasavvıfların fikirlerine de yer verilmiştir. 1010 (1601) tarihli en eski yazma nüshası Murad Molla Kütüphanesi’ndedir (nr. 1314/4). Bu risâle de H. Kâmil Yılmaz tarafından tercüme edilerek İlim Amel ve Seyr ü Sülûk adlı Eserin soonunda yayımlanmıştır.

4.      Hulâsâtül-Ahbâr Fî Ahvâlin-Nebiyyil-Muhtâr:Hüdâyî’nin hilkat, varlık, ve hakîkat-i Muhammediyye gibi tasavvufî konuları işlediği yaklaşık altmış varaklık bir eseridir. En eski yazma nüshası 1037 (1627) tarihli olup Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’nedir (Hüdâyî, nr. 258). 

5.      Habbetül-Muhabbe: Allah, Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisini anlatan küçük bir risâledir. Ahmed Remzi Akyürek tarafından Mahbûbül-Ahibbe adıyla tercüme edilen bu risâleyi Rasim Deniz yeni harflerle yayımlamıştır. (Habbetül-Muhabbe Tercümesi Mahbûbül-Ahibbe, Kayseri 1982).

6.      Keşfül-Kınâ’ An Vechis-Semâ’: Semâın meşruiyetini müdafaa için yazılmış olan bu risâlenin 1016 (1607) tarihli nüshası Köprülü Kütüphanesi’nedir. (nr. 1583/7). Eser H. Kâmil Yılmaz tarafından tercüme edilerek neşredilmiştir. (“Hüdai’nin Semâ Risâlesi”, MÜİFD, IV [1986]. Zb 273/284).

Bunlardan başka Hayâtül-Ervâh Ve Necâtül-Eşbâh, el-Fethül-İlâhî, Tecelliyât, et-Tarîkatül-Muhamediyye, Fethül-Bâb Ve Ref’ul-Hicâb, el-Mecâlîsül-Va’zıyye adlı Arapça eserleri vardır. Şeyhi Üftâde’nin sohbetlerinde tutuğu notlardan meydana gelen Vâkıàt adlı eser de genellikle Hüdâyî’ye nispet edilmiştir. Yazmaları genellikle üç cilt hâlinde tertip edilmiş olan eserin, üzerinde Hüdai’nin hattı olduğuna dair bir kayıt bulunan nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndedir (Hüdai, nr. 250) 

 

Hüdâyî’nin belli başlı Türkçe eserleri de şunlardır:

1.      1. Divan:Dîvân-ı İlâhiyyât olarak da bilinen eserde Hüdâyî’nin 255 kadar ilâhisinden başka rubâbî ve kıtalar da vardır. Divan, Kemalledin Şenocak ve Ziver Tezeren tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır. (İstanbul 1970, 1986)

2.      Necâtül-Garîk Fil-Cem’i vet-Tefrîk: Tasavvuf terimlerinden olan cem’ ve farkın manzum olarak anlatıldığı bir risâledir.

3.      Tarîkatnâme: Celvetiyye tarikatı âdâbını anlatan bir risâledir.

Bu üç eser Nûri adlı bir kişi tarafından Külliyyât-ı Hazret-i Hüdâyî adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 1287). Bu neşrin sonunda Hüdâyî’nin kısa bir hal tercümesiyle tarikat silsilesine de yer verilmiştir. Aynı eserleri, Hüdâyî Âsitânesi’nin son postnişinlerinden Mehmed Gülşen Efendi (ö. 19259, başına daha geniş bir hal tercümesi ve Hüdâyî’nin Arapça et-Tarîkatül-Muhammediyye adlı eserini de ilâve ederek yeniden neşretmiştir. (İstanbul 1338). [9]

1.      4. Mektûbât: Hüdâyî’nin III. Murad’a ve diğer padişahlarla bazı devlet erkânına gönderdiği mektuplardır. Çoğu III. Murad$a yazılan 152’si Türkçe, yirmi iki kadarı da Arapça mektuptan oluşan bir nüsha Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir (Fâtih, nr. 2572).

2.      Nesâih Ve Mevâiz: Hüdâyî’nin vaaz ve nasihatlerini ihtiva eden eser 237 varak olup kırk üç bölümden oluşur. Bilinen tek yazma nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndedir (Hüdâyî, nr. 266)

3.      Mi’râciyye: Mi’rac hadisesini ayet ve hadislein ışığı altında anlatan bir risâle olup bir nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndedir (Hüdâyî, nr. 262) [10]

Bu yazının  hazırlanılmasında  Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz’ın Aziz Mahmut Hüdai hakkındaki yazılarından faydalanılmıştır.   

 

KAYNAKÇA 

[1] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

[2] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

[3] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

[4] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

[5] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

[6] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

[7] hudayivakfi.org/‎

[8] hudayivakfi.org/‎

[9] Kâmil Yılmaz i, Aziz Mahmut Hüdai,TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 4, s. 338-340,.]

[10] Dr. H. Kâmil Yılmaz, AZİZ MAHMÛD HÜDÂYÎ Ve Celvetiyye Tarîkatı, Erkam Yayınları, İstanbul 1984- 28-28

Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.

 BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM  veya s_kuzucular@hotmail.com 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar