Melâhat Heykeli Öyküsü Konusu ve Metni Üzerinden Sait Faik

22.12.2019
 
Melâhat Heykeli  Öyküsü Üzerinden Sait Faik  
 
Melâhat Heykeli adlı öykü Sait Faik Abasıyanık’ın Alemdağ'da Var Bir Yılan adlı öykü kitabındaki 18 öyküden biridir. Melâhat Heykeli adlı öyküsü daha önceden herhangi bir dergide yayımlanmamış, yazar tarafından doğrudan kitaba alınmıştır.

 Siroz hastalığının iyice şiddetini arttırdığı günlerde yazılan Alemdağ'da Var Bir Yılan   adlı öykü kitabındaki hikâyelerinde Sait Faik’in kendi hayatını sorgulamaya başladığı, yalnızlık duygularının iyice kıpraştığını, neden evlenmediği, çoluk çocuğa karışmadığı düşünceleri ile boğuştuğu bu sıkıntılarından kurtulmak için Alemdağ gibi yerlere kaçıp gitmek istediği vb anlaşılmaktadır.   Yazarın son hikâye kitabı olan Alemdağ'da Var Bir Yılan  adlı öyküsündeki hemen tüm öykülerinin konusu yazarın ruh halinin sarsan konular olmaktadır.  Hayatı boyunca belli bir işte dikiş tutturamayan yazar, hayatı boyunca babasını parasını tüketmiş, evlenmemiş, aylaklık yapmış, düzensiz yaşamış, bir aile de kurmamıştır.  Hayatını annesi ile geçiren yazar, çok vakit yalnızlık çekmiş, çok yakın dost ve arkadaşları da olmamıştır.
Yazarın son kitabı olan Alemdağ'da Var Bir Yılan , hastalığının son evrelerindeki psikolojisini de yansıtır.  Yazarın bu öyküleri içine iyice kapanmış olduğunu, kendi hayatını sorguladığı, neden evlenmediğini, neden aile kuramadığını izah eden öyküler olmuş gibidir.
 
Örneğin . Alemdağ'da Var Bir Yılan ,  Yalnızlığın Yarattığı İnsan Panco'nun Rüyas  ve  Öyle Bir Hikaye adlı öykülerindeki Panço hayali karakteri bir başlı başına bu ruh  halini ele vermektedir.  .” Geçen hafta bir rüya gördüm. İki kişi bir yolda gidiyorlardı. Birini sana benzettim. Yanındaki kim acaba, diye koşup baktım. Ne tuhaf yanındaki ben değil miydim?— Yahu nereye gidiyorsunuz? Dedim gözümle. Sen cevap vermedin. Ben benden ayrı bir ben olabileceğini, bunun da ancak rüyada mümkün olabileceğini düşündüm” (Sait Faik Abasıyanık’ın Panco'nun Rüyası Öyküsü)
 
Yazarın ömrünün son demlerinde yazılmış öykülerinden birisi olan bu öyküsü yazarın son zamanlarda iyice artan yalnızlık duygularının derin tesirleri altında yazılmıştır.  Sait Faik, “Bir Nokta “adlı öyküsü ile kentli insanların ve bireyin iç dünyasına yönelen öyküler de yazmaya başlamış,  kendi hayatı kendi iç dünyası ve kendi iç sıkıntılarını da dile getiren ben merkezli hikâyelere de yönelmişti.  1948 yılında siroz hastalığına yakalanan Sait Faik bu tarihten sonra da kendi iç sıkıntılarını betimleyen hikâyeler yazmaya başlamıştı.
 
Yazar bu öyküsünde kendisi gibi bir türlü evlenemeyen, evlenmeye cesaret edemeyen, sudan gerekçeler ve korkular yüzünden evlenme eyleminden korkan bir arkadaşının Melehat adlı bir hayat kadını sayesinde bu korkulardan kurtulup bir kadınla evlenmeyi başarmasını anlatmaktadır.  Yazarın kendisi gibi dil öğrenmek amaçlı yurtdışına gidip gelen bu delikanlı da Sait Faik gibi iyi eğitimli biridir. Hikayedeki kahraman Sait Faik gibi ticarete atılmış ama becermemiştir.
 

Melâhat Heykeli
 
Soluk güzel yüzlü bir kadındı. Rengi sarı denecek kadar açık, berrak gözlerinin kenarlarında dost, arkadaş, ahbap bir ifade vardı. Her hoşuma giden yüze gözlerimi açarak bakarmışım. Anlatacağım şeyin içine birdenbire giremememin tek sebebi kadının bana acır gibi bakması oldu. "Ah, bu gözlerim!..." dedim. Gözlerime daha birtakım ağır laflar edeceğimi sanıyordum. "Bakarlar mı deliler gibi her hoşlarına giden yüze!... Kendilerine değil, bana acındırıyor güzel insanları... Hatta sinirlendiriyorlar bile bir bakıma..." daha söylenecektim.
 
 Birdenbire kafamda başka düğmeler çevrildi. Başka ışıklar yandı. Gerilere doğru sürüklendiğimi duydum. Hızla çevriliyordum. Gençliğimin bir parçasını geçirdiğim kasaba gözümde canlanıverdi.
Kasabanın belli başlı ailelerinden birinin oğlu iyi arkadaşımdı. Uzun seneler ecnebi mekteplerinde okumuş, dil öğrenmiş, giyinmek, yaşamak, konuşmak öğrenmiş, şimdi kasabaya dönmüş,
Kömürpazarı'ndaki dükkâna kapanmıştı. Önceleri içinde bir ihtilal havası esti. Aile denen ipi bir sıçrayışta aşmak arzusu içinde çırpındı. Yapamadı. İki senenin sonunda yazıhanede şişmanladı, uyuştu kaldı. Çuvallar da gelip gitmese şuraya buraya, hali nice olurdu bilmem.
 
Aile günden güne ağırlaşan, günden güne içine kapanıp kararan ve şişmanlayan genci harekete getirmek için ne edeceklerini bilemiyorlardı. Çuvallar İstanbul'a gidiyor; İstanbul'dan çuval geliyordu.
 
Benim ticaretten anladığım bu kadardır, arkadaşın da daha fazla değildi — kasa para doluyordu. Ama genç adam para ile ne yapılabileceğini bile unutmuştu. Haftada bir içtiği üç kadeh rakının da onu derin uykusundan uyandıramadığını gören tüccar peder gece rüyasında mı gördü, yoksa hekimlere mi danıştı; yoksa aile büyükleri bir hafi celse yaparak birbirlerine fikir mi eklediler. Burası nasıl oldu? Yine bilmem. Çünkü ailede bu fikri tek başına bulacak adam pek yoktu. O evde düşünülmez; yenir, içilir, hesap yapılır, uyunurdu. Fikir; oğlanı evlendirmekti.
 
Bir yazıhane düşünün. Her camı tozlu olsun. Defterlerini sinekler kirletmiş olsun. Kasa defterinin kenarındaki mürekkep lekesi on iki senelik olsun. Yazıhane üstünün kalın camını senelerin tozu buzlu cam haline getirmiş olsun. Takvim yedi buçuk ay kopmamış... Bu yazıhane kasa üstündeki siyah ciltli defterleriyle, onların yanı başındaki kopya presi ile, ara sıra birdenbire büyük bir gürültü ile düşen dosya dolabı ile yaz öğlesinin uykusuna parasından gayrı her şeyi teslim etmiştir.
 
Sandalyelerin oturacak yerlerindeki soluk minderler, mihveri etrafında dönmeye dönmeye döner olduğu unutulmuş koltuk... Evet, hiçbir şey, hatta evlenme fikri bile minderleşmiş, koltuklaşmış, kasa defteri haline gelmiş benim arkadaşı uykusundan uyandırmamıştı. Bir kez düşünmüş, fikir hoşuna gitmiş, çabucak bir kadın hayali, bir terlik, bir pijama, bir pudra lavanta kokusu duymuş, içi hafifçe ezilmişti ki: "Ben evlenirsem ne ederim?" diye düşününce bu eziklik geçivermişti. Geçivermiş olsa iyi! Yerini bir korku almıştı.
 
Korku geçince düşünüp kalmıştı. Düşünüp kalmıştı dediğime bakıp da düşünme denilen şeyin hareketi, yırtıcılığı hatırınıza gelmesin. "Evlenirsem ne yaparım?" deyip gözleri sabit bir şekilde kirli camlarda uyuya kalmıştı. Ne güzel bir uykuydu bu, Yarabbi!.. Rüyasız mı rüyasız... Onu o zamana kadar yazıhanesine hiç girmemiş bir böcek uykusundan uyandırdı. Bu bir eşek arısı idi. Küçük yazıhanenin içinde büyük bir tepkili uçak gürültüsü duymuş uyanmıştı. Çıkacak delik arayan arı deliler gibi idi. Daha doğrusu deli pilotlar elinde gibi idi. Onu mahmur gözleriyle takipten yorulan bizimki arıdan kaç milyar defa büyük olduğunu düşünmeden elini bile oynatamayışını büyüklüğüne verip düşünürken: "Evlenirsem ne yaparım?" fikri yine kafasına çömeliyordu. Tam yirmi sekiz gün düşündü. Neden yirmi dokuz değil? Bütün bir şubat ayı onun bu işi düşündüğüne şahit oldum. Düşünmekle bir çare bulunamayacağını anlayınca ne yapacağını tecrübeye koyuldu. Netice gayet kötü çıktı: Evlenince terliklerini bile giyemeyeceğini anlamıştı. Ben kendisine az yemek yemesini sağlık verdim. Sözümü tuttu. Pek şişman vücudundaki yağlı suların erimesi iki ayda sona erdiği zaman tam on yedi kilo kaybetmişti. Yine iş yok!
 
Üzüntüsünü kasabanın her zengin evine bir yol bulup sokulan doktora anlattı.
Nihayet doktorun delâletiyle İstanbul'a kapağı attı. Tedavi şehri İstanbul'du. Barlara, meyhanelere, lokantalara, plajlara gitti. Hayır, evlenince terliklerini giyemeyecekti. Bu karan elektrik masajcısı
Sözüm ona doktorlarla beraber kendisi de verince pek az üzüldü. Üzülmek denilen şeyin mekanizmasını işletmeyi unutmuştu. Yalnız eskisi gibi yemek yiyemiyordu. Evlenince terliklerini giyemeyeceği kesin bir surette anlaşılınca İstanbul'da yeniden şişmanladı. Şişmanlayınca sanki üzüntü rövolveri de dolmuştu.
 
Kafasında bir ihtilaldır başladı. Bu ihtilali şarap, rakı ve uykusuzlukla bastırmaya çalışmak ne demektir, bilirsiniz: Ateşe benzin sıkmak. Dünyalar kadar para harcadı. Aile hiçbir fedakârlığı ona esirgemedi. Önüne gelene derdini döktü. Doktorlar, kahpe kadınlar, ahbaplar canına okudular oğlanın; faydasız!
 
Bir akşam barların birinde Melâhat'e rastlamıştı. Demin sokakta gördüğüm o Melâhat'ti işte. Derdini ona da döktü. Ona bol para da harcamadı. Melâhat, bu zayıflıktan şişmanlığa, şişmanlıktan zayıflığa,
Sükûnetten harekete, hareketten tembelliğe gidip gelirken pek üzüntülü ve güzel bir yüz bağlamış olan bizim oğlanı bir haftanın sonunda seviverdi. O da Melâhat'e derdini o zaman söyledi.
 
Melâhat: "Ben seni kurtarırım bu dertten" dedi. Arkadaş da ona bu dertten kurtulursa kendisiyle evleneceğini kasit yeminleri ile vaat etti. Melâhat bu vaatlere güler "Boş ver, anam!" derdi.
Bir buçuk sene beraber yaşadılar. Arkadaşım kaçıncı ayın sonunda terliklerini giydi Melâhat'e sormalı.
Ama bir buçuk sene sonra herkes gibi bir delikanlı olmuştu.
 
Harbin ilk senelerinde 1940 senesinin Teşrinisani ayında Park otelde... Kasabası eşrafından C. H. beyin mahdumu ile doktor operatör H. O. beyin kızının nikâhları kıyıldı.
İşte bu biraz evvel görüp de tanıyamadığım Melâhat de yüzüstü bırakıldı tabii. Bütün iyiliklerinden sonra piç gibi ortada kalan bar kızı Melâhat'i bugünlerde sık sık şişmanca bir çocukla görüyorum. Gördükçe bazı aile saadetlerinin temelli olduğunu biliyor, şimdi bizim kasabanın üç dört milyonluk bir adamı olan eski arkadaşımın büyük balkonlu evinin önüne bronzdan bir Melâhat heykeli neden dikmediğini düşünüyorum.
 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar