Sabahattin Ali’nin Böbrek Öyküsü Konusu ve Metni

03.01.2020

Sabahattin Ali’nin Böbrek Öyküsü Konusu ve Metni

Böbrek adlı öykü Sabahattin Ali’nin ilk kez 1945 yılında yayımlanmış olan bir öyküsüdür. İlk önce dergide yayımlanmış olan bu öykü Sabahattin Ali’nin son hikâye kitabı olan Sırça Köşk adlı öykü kitabı içindeki öykülerinden birisi olmaktadır.

Sabahattin Ali , 1945 yılında artık öğretmenlikten de atılmış,  bir şekilde  hayatını kazanmak için İstanbul'a gelmişti. 1945 yılında ve bu öyküsünü yazdığı günlerde LaTurqıe ve Yeni Dünya adlı gazetelerde fıkra yazarlığı yapıyordu.  Bu yıllarda hayatını tamamen yazarlıktan sağlamak zorunda kalıyor, bu nedenle de okurların ilgisini çekecek yazılar çıkarmaya da hayli mecbur kalıyordu. Sabahattin Ali hakkında yapılan kovuşturmalara ve takiplere rağmen eserlerindeki eleştiri boyutunu git gide arttırmış ülkeden de kaçmak planlarını yapmaya başlamıştı.

1946 yılında ise  Aziz Nesin ile Marko Paşa adlı mizah dergisini çıkarmaya başlamıştı.  Bu yıllarda devlet tarafından daha sıkı takibat altına girmiş,  Milli Şef İsmet İnönü’ye hakaret suçlamaları Komünist olduğu gerekçesi ile de sakıncalı isimler arasındadır.  Sinirlerinin de bozulmuş olması nedeni ile hükümet aleyhine daha sıkı yazılar da yazmaya başlamış, bozuk düzen eleştirisini n de dozunu arttırmıştı. Marko Paşa dergisi de sık sık kapatılmakta aynı dergi değişik adlar ile yeniden yayımlanmaktaydı.  ( Sabahattin Ali Hayatı Öykü ve Romancılığı) Lakin yazıları ve çıkardığı mizah dergisi sayesinde çok geniş bir okur kitlesine de sahip olmuştu.

Nitekim Sırça Köşk adlı eserine bu meyanda yazdığı hikâyelerini de almış kitap basıldıktan sonra da yeniden tutuklanmıştı. En sonunda İsmet İnönü’ye hakaret suçlaması ile üç ay yeniden hapis yatmış ama bu defa sinirleri oldukça bozulmuş, 1948 yılında yeniden üç ay hapis daha yatınca bu defa da yurttan kaçmak düşüncesine girmeye başlamış akabinde Ali Ertekin ile Bulgaristan’a kaçmaya teşebbüs ettikten sonra cesedi Meriç Nehri’nin kıyısında bulunmuştu.” ( Bkz Sırça Köşk Hikayesi Metni ve Sabahattin A  )

Sabahattin Ali  “Böbrek “ adlı hikâyesinde, Niğde nüfus müdürü Avni Akbulut’un böbrek sorunu nedeni ile hastane hastane; doktor doktor gezmesi konusu üzerinden hem sağlık sistemini, hem de paragöz ve çıkarcı doktorların yüzünden insanların neler çektiklerini kaleme almıştır.

Öykünün Konusu

Böbreklerinde taş olan Niğde nüfus müdürü Avni Akbulut, paragöz doktorlar yüzünden hastane hastane; doktor doktor dolşamış en sonunda İstanbul’a gelirp Sirkeci’de bir otelde kalıp iyi bir tedavi görmek umuduyla ameliyat olabilmek için uğraşmaya başlamıştır.

BÖBREK

Niğde eski nüfus memuru Avni Akbulut, elinde yiyecek sepeti, arkasında hamal, Sirkeci’deki “Güzel Nevşehir “ otelinin daracık kapısından girdi. Burayı daha da darlaştırmak ister gibi bir kenara dizilmiş olan mermer masalarda taşra esnafı kılıklı birkaç adam çay içiyorlardı.

Avni Akbulut, köşedeki camekânlı yere sokuldu:

-Kâtip nerde?-

Diye, bitkin, yarı duyulur bir sesle sordu. İçine bir kişinin güç halle sığabildiği camekânda kocaman bir defterin üstüne eğilmiş çıplak kafalı, gözlüklü, orta yaşlı bir adam:

-Buyurun, hoş geldiniz!-

Diye doğruldu. Avni Akbulut, oradaki bir iskemlenin üstüne dermansız bir halde oturmuş, alnından boncuk boncuk dökülen terleri siliyordu. Kilitleri tutmadığı, kayışları koptuğu için urganla sarılmış olan körüklü bavulu sırtından indirmeye çalışan hamal da ter içindeydi. Kâtip, karşısındakinin bitkin halini fark edince alakalandı.

-Geçmiş olsun, rahatsız mısınız?

-Evet, dermanım yok… Yol da az değil… İstanbul’un sıcağı da yamanmış ha!

Kâtip biraz düşündü, önünde hızlı hızlı soluyan adamı süzdü, sonra:

-Size tek yataklı oda vermeliydi ama hepsi dolu. Dur bakayım, on iki numarada bir yatak boş, yanınızda yatacak olan çok ağırbaşlı, Müslüman bir adamdır. Sabah çıktığını, geceleyin gelip yattığını bile duymazsınız. Yatak fiyatı da tabii ikramlıdır.

Hasta hasta iki gün yolculuktan sonra şöyle bir uzanıp dinlenmekten başka şey düşünmeyen Avni:

-Neresi olursa olsun, sen bana odayı göster!

Dedi, hamala hesabı kestikten, nüfus kâğıdını teslim ettikten sonra kâtibin arkasından merdivenleri çıkmaya başladı. Bereket oda birinci kattaydı. Siyah eteklikli, topukları yırtık siyah çoraplı, şipidik terlikli şişman bir kadın yerleri siliyordu. Kâtibin emri üzerine ellerini üstüne kurulayarak on iki numaranın kapısını açtı, yorganın ucunu kaldırıp bakarak:

 -Daha temiz, buyurun!- dedi.

Arkadan bavulu getiren bir garson, üstü mermerli komodinden sürahiyi alarak suyunu değiştirdi, sonra her üçü:

-Hoş geldiniz, istirahat buyurun!

 Diyerek çekildiler. Kendini elbisesiyle yatağın üstüne atan Avni Akbulut hemen uyudu. Birtakım tıkırtılarla uyandığı zaman ilk gözüne çarpan şey, tavanda sönük bir ışıkla yanan, sinek pisliği içindeki elektrik lambasıydı.

 -Desene, akşam olmuş

Diye düşünerek başını yana çevirdi. Elli yaşlarında, kısa değirmi sakallı, kıyafetine bakılırsa Anadolulu bir adamın pabuçlarını çıkarıp, somyası gıcır gıcır eden karyolaya yerleştiğini gördü. Kendisi de biraz doğruldu. Onun uyandığını fark eden karşı yataktaki, sakalını sıvazlayarak:

-Safa geldiniz, yabancısınız herhalde?- diye sordu.

-Safa bulduk, Niğdeliyim.

-Dimeyin! Ben de Borluyum.-

-Çok güzel, kimlerdensiniz?-

Hemen ahbap oluverdiler. Değirmi sakallı sık sık Niğde’ye gidip geldiğini, orada birçok bildikleri olduğunu söyledi. Hatta kızını Niğdeli birine verdiğini anlatırken:

 -Nikâh için nüfus kayıtları çıkarttığımda sizi görmüş olacağım, bana hiç yabancı değilsiniz!

Diye tanıdık bile çıktı. Ayak esnaflığı yapar, memleketten elma kurusu, fasulye, nohut getirir, buradan oraya da kıl çuval, kösele, mıh, nalça gönderirmiş. Elhamdülillah işi fena değilmiş, ama geçenlerde memleketten birkaç hısımı hasta olup İstanbul’a gelmişler, onları doktor doktor gezdirmekten işleri yüzüstü kalmış. Eloğlu birbirinin elinden ekmeğini almak için kurt gibi bekliyormuş. Doktorun da iyisini, helal süt emmişini buluncaya kadar hayli dolaşmışlar, hayli masarife girmişler. Maazallah insan bir soysuzunun eline düşerse malına mı, canına mı yanacağını bilemezmiş.

Lakırdı hastalık ve doktor meselesine dökülünce Avni Akbulut’un da dili açıldı. O da İstanbul’a derdine derman aramaya gelmişti. Üç seneden beri çektiği böbrek sancısından kurtulmak için almadığı ilaç kalmamış, bir yıl önce Kayseri Hastanesi’ne varmış, röntgen yaptırmış, doktor böbrekteki taşı çıkarmadan olmaz, çok büyümüş, ilaçla düşecek gibi değil, demiş, Avni de çoluk çocuğuyla helalleşip bıçağın altına yatmış. Beş altı ay rahat etmiş ama hastalık bu sefer öteki böbrekte tepmiş. Yeniden röntgen yaptırınca, sağ böbrekte hem de iki taş birden görmüşler. Artık Kayseri doktorlarına inanamaz olmuş, İstanbul’a gelmiş.

-Bakalım şunların hocaları ne biçim imiş? Kayseri’nin operatörü kötü değildi ama işini sıkı tutsa öbür böbrekte yeniden tepmezdi. Demek hastalığın kökünü bulup çıkaramamış. Perhiz et diye tutturdu. Yemeden, içmeden vazgeçecek olduktan sonra karnımı deştirir miydim? Ağzına et koymayacaksın, dedi. Et girmeyen yemekte tat olur mu? Uzatmayalım, bizim hükümet doktoru buradaki hocasına mektup verdi, git kendini göster, lüzum ise o seni ameliyat da eder, hastalığı kökünden alır, dedi. Biz de evimizin nafakasını kestik, buraya geldik. Ne yaparsın, can her şeyden üstün. Bu gideceğim doktor da profesörmüş.-

 

Deminden beri karşısındakinin sözlerini, -Bilirim bunların hepsini- demek isteyen bir gülümseme ile dinleyen değirmi sakallı, profesör kelimesini duyunca adeta hiddetlenmiş gibi kaşlarını çattı.

-Adı neymiş o profesörün?

Diye sertçe sordu.

-Dirim Yurdu’nun sahibi Osman Bey.-

Öteki korkunç bir şey görüyormuş gibi gözleri büyümüş, yerinden fırladı:

-Tatlı canına acıman yok mu senin?

Diye bağırmaya başladı.

-Kim verdi sana o kasabın adını. Herhalde ortak olmalılar. Yanımda adını anma, içim fena oluyor. Daha bir buçuk ay önce aslanlar gibi kardeşimi öldürdü. Bıçağının altına yatanın sağ kalktığı görülmüş mü? Üstelik de soyguncunun başta gideni. Bin liranın yüzünü görmeden kan çıbanı bile deşmiyor.-

Avni onun sözünü kesecek oldu:

-Bizde o kadar para ne gezer, devletin hastanesine gideceğim, bu profesörün asıl vazifesi oradaymış.-

Öteki, cahil, tecrübesiz bir çocuğu düşüncesizce atacağı adımdan alıkoymak isteyen şefkatli bir baba gibi biraz üzüntülü, biraz hükmedici bir tavırla Avni’nin yanına sokuldu:

-Daha beter ya

Dedi.

-Adamın iflahı işte o hastane dediğin yerde kesilir. Belli, senin bu doktor milletinden habarın yok… Aslan kardeşim, orada hastaya bakmazlar, acamı doktorlara ders gösterirler. Ellerine bir düştün mü yakanı kurtarabilirsen aşkolsun. Kesip biçecek insan lazım onlara… Adamın karnını bir yardılar mı, yandı fıkara gayrı… Hasta olan yerini de deşerler, hasta olmayan yerini de… Oranın usulü öyle… Yeni yetişen doktorlar bakacaklar, afat olan yer ile sağlam yeri ayırt etmesini öğrenecekler. O profesör dediğin, hastaya elini bile değmez, başına kum gibi üşüşen parmak kadar oğlanlara, kızlara: “Kes şurayı, kes burayı! “ der.  O zibidiler de çalarlar bıçağı. Allah yardımcın olsun. Dedim ya, sana o mektubu veren doktor dostun değil imiş. Hadi, diyelim o eloğlu, senin kendi canına acıman da yok mu?-

Avni Akbulut dili tutulmuş gibi karşısındakinin yüzüne baktı kaldı. Birkaç kere yutkundu, fakat müthiş bir korku, gurbet ellerde çoluğun çocuğun bıçağıyla doğranmak korkusu, bütün vücudunu bir ter ve titreme halinde sarmıştı. Boğazından ses çıkmıyordu. Değirmi sakallı yatak komşusu elini yavaşça omzuna koyarak:

 

-Üzülme canım- dedi, -ama üzülme demek de boş laf, can pazarı bu. Velâkin her şeyin çaresi bulunur. Doktorun da helal süt emmişi vardır elbette… Dedim ya, çok gezdik, dolaştık, çok masarif ettik ama, şu doktorların iyisini, kötüsünü bilir olduk.-

Bir parça kendini toparlamaya çalışan Avni, acele bir yardım bekler gibi iki elini birden uzatarak:

-Kurbanın olayım, bildiğin bir insaniyetli doktor var mı? Hani şu böbrek işinden de anlayan bir doktor…-

Öteki, merhametli bir gülümseme ile başını sallayarak cevap verdi:

-Üzülme dedim ya! Müslümanın Müslümana yardım etmek borcu. Bu hasta halinde İstanbul gibi yere derman aramaya gelmişsin, seni yüzüstü bırakmak hemşeriliğe sığar mı? Bak dinle beni: Şu koskoca şehirde bir tane esaslı doktor gördüm, o da Sağlık Yurdu’nun sahibi İrfan Bey. Bıçağının dokunduğu yerde illet kalmıyor. Eli pek hafif.  Dört yerinden karnını deştiği adamlar bir hafta sonra Haydarpaşa’ya, trene yürüye yürüye gidiyorlar. Hele böbrek, ciğer, yürek ameliyatında Avrupa’da bile üstüne yok diyorlar. Bir muayenehanesi var, içindeki aletleri İstanbul’un bir hastanesinde göremezsin, Alamanya’dan hususi gelmiş. O röntgenler, o aynalar, o camekân içindeki pırıl pırıl gümüş makaslar, bıçaklar, o süt gibi beyaz ameliyat masaları, canım, anlatmakla tükenecek gibi değil ki… Hastanesi deniz kenarında, padişah saraylarının bitişiğinde. Yatağından başını kaldırıp baksan selatin (sultan’ın çoğulu. Sultanlarca yaptırılmış camiler için kullanılıyor) camilerinden yedisini birden görürsün, limana giren bütün ecnebi vapurları ayağının altında. Dedim ya, tarifi mümkünsüz.-

Avni Akbulut önce can kulağıyla dinlerken sonlara doğru mahzun bir tavırla başını sallamaya başlamıştı; karşısındaki belki de bunu fark ederek susunca, ümitsiz bir sesle mırıldandı:

-Oraların fiyatı da ona göredir. Böyle lüküs yerler bizim için değil!-

Sağlık Yurdu ile sahibini fazlaca övdüğünü anlayan adam, üst dudağından ön dişleri dökülmüş ağzına doğru uzanan kır bıyıklarını sağa sola sıvazladı, külrengi gözlerini bir an küçültüp düşündükten sonra:

-Yok, canım. Dedi.

-Sana söyledim ya, helal süt emmiş adam! Ondaki insaniyeti kimsede bulamazsın. Halden anlar, paran çıkışmazsa derdini ameliyatsız da sağaltır. Bir de tatlı konuşmaları var, hani insanın illetini diliyle çekip alıyor desem hilafsız…-

Avni şüphe ile başını salladı:

-Benim derdim öyle tatlı dil ile ameliyatsız iyi olacak soyundan değil, bir böbrekte iki taş bu, bıçağı yimeden çıkar mı?-

Öteki güldü:

-Tabii çıkar. İlaçla eritiverince aşağıdan dökülür gider. Bu doktorda öyle ilaçlar var ki, İstanbul’un bir hastanesinde bulamazsın, Alamanya’dan hususi gelmiş!-

Avni hala tereddüt eder gibiydi, fakat öteki durmadan doktorların vicdansızlığını, bunlar arasında operatör İrfan’ın nasıl bir inci olduğunu, -Allah doktorları günahkar kullarını cezalandırmaya yollamış, ama günahsız kullarını da yüzüstü komamış!

Diyerek anlattı.

-Tatlı canına acıman yok mu senin?

Diye boyuna tekrarladı. Ertesi gün işini gücünü bırakıp onunla birlikte bu -Helal süt emmiş- adama gitmeye de razı oldu. Gündüz ki uykusuna rağmen hala yol yorgunluğunu atamamış ve bu heyecanlı konuşmadan büsbütün harap düşmüş olan hasta, -Hayırlısı neyse o olsun- diyerek yatağına uzandı, sabaha kadar inleyip oflayarak, hatta bazen birdenbire gelen keskin sancıların tesiriyle bağırıp yerinden fırlayarak döndü, durdu.

Kuşluk vaktine doğru beraberce yola düzülüp operatör İrfan’ın muayenehanesine gittiler. Bu doktorun resmi işi olmadığı için öğleden önceleri de yerinde bulunuyordu. Değirmi sakallı hayır sahibi: -Yanında kaç paran var? Malum ya, yorganına göre ayağını uzat demişler. Paramız belli olunca tedaviyi, ilacı da ona göre tutarız, işin fantaziyesine kaçmayız.-

Avni Akbulut bir taraftan: -Hastalığın ve tedavinin fantaziyesi nasıl oluyor acaba?- diye düşünürken, bir taraftan da cebindeki paranın hesabını yaptı. Öyle göründüğü kadar da meteliksiz değildi. Nüfus memurluğunu bıraktıktan sonra elindeki bir bağ, bir de elma bahçesi ile gül gibi geçiniyor, ikisi de evli olan büyük oğullarının yardımı ile küçük oğlu Süleyman’ı ve bir tanecik kızı Feride’yi ortaokula gönderiyordu. Hastalığı için Niğde ve Kayseri’de ettiği masrafların topu yüz lirayı bulmazdı. Ama şimdi İstanbul’a bu derdi kökünden aldırmak için gelirken ihtiyatlı davranmış, yol parasından ayrı cebine altı yüz liracık koymuştu. Yanındakine:

-Yüz elli liram var, yol parası ile otel parası da içinde! dedi.

Öteki birdenbire olduğu yerde, sokağın ortasında durdu: -Ciddi mi söylüyorsun?- dedi. -Bu para ile İstanbul’da yarana pansuman bile yapmazlar. Gittiğimiz doktor ne kadar da gözü tok olsa, gene masarifini alacak, çoluğu çocuğu bu yüzden ekmek yiyor, keseden veremez ya! O röntgen makinesi adamın içini dışını göstermek için ne kadar elektrik yakıyor, biliyor musun? Üstelik film de bulunmuyor. Ben rahmetli kardeşim için ne kadar aradım. Karaborsadan ateş pahasına alacaksın. Vazgeçelim bu işten de sen yol paranı yimeden Niğde’ye dön.-

İşin şakaya gelmeyeceğini anlayan Avni:

-Yok canım. Dedi.

-Tanıdık hemşerilerden beş on kuruş daha buluruz. Şu dertten bir kurtulalım da…-

Doktor onları pek bekletmeden kabul etti. Muayenehanesi sahiden pırıl pırıl aletlerle doluydu. Avni artık alıştığı, fakat bir türlü sevemediği o acayip ilaç kokusunu yine duyunca hemen orada bıçak altına yatırmışlar gibi titremeye başladı. İçinden:  “ Gene düştük bu lanetlerin eline “diye söyleniyor, bu andan itibaren artık hiçbir şeyin kendi elinde olmadığını, onlar ne derse itiraz etmeden yapmaya mecbur kalacağını biliyordu.

Kendisini beyaz örtülü, yüksekçe bir sedire yatırıp karnını iteleyen adama baktı: Bu kısa, kalın, yassı biriydi. Her an bir kalp durmasından ölüverecekmiş hissini veren kırmızı, şişkin, iri mesameli yüzü yağlı gibi parlıyordu. Dehşetli canı sıkılmış gibi bir hali vardı. Hastanın karnını, göğsünü, sırtını, ağzını, burnunu muayene ettikten ve Kayseri’de çekilen röntgen filmlerini gözden geçirdikten sonra:

-Sizi kliniğe kaldırıp müşahede altına alalım, icap ederse ameliyat ederiz. Bünyenizin böbrekte taş yapmak temayülü var. Sıkı rejim, kuvvetli ilaçlar lazım- dedi.

Değirmi sakallı Borlu: -Müsaade buyur!- diye doktoru bir kenara çekerek, Avni’nin de duyabileceği bir sesle, hastanın bu masarifi kaldıramayacağını, kendisini sıkıca bir muayeneden geçirip Almanya’dan gelen ilaçlarla derdine derman olmasını rica ettiğini söyledi. Avni söze karışıp: -Bilmem olur mu ki? Bana Kayseri’de bu taşlar ameliyatsız düşmez dedilerdi- diyecek oldu, fakat doktorun sert bir el hareketi onu susturdu:

-Düşmez ne demek? Taşın cinsine bağlı. İlaçla eriyen taş var, erimeyen var. Önce iyi bir tahlil yaptırıp bunu anlamalı, bünyenin hususiyetlerini her bakımdan incelemeli, tedaviyi buna göre tayin etmeli. Operatif müdahale en sonra düşünülecek şeydir. Öyle her karnı ağrıyana ameliyat diyen doktorlara pek güvenme. Bugün tababetin esası kimyadır. Cerrahlık yavaş yavaş maziye karışacak.-

Bu ilmi mülahazaları pekiyi kavrayamayan ve doktorun yüzündeki can sıkıntısı ifadesinin artmakta olduğunu fark eden Avni: -Siz nasıl münasip görürseniz öyle yapalım, doktor! diyerek razı oldu.

Bundan sonra yirmi gün kadar süren muayene ve tedavisinde Borlu hemşerisi Avni’yi hemen hiç yalnız bırakmadı. Elinden gelen her yardımı, her kolaylığı gösterdi. Ara sıra işlerinin yüzüstü kaldığından bahsetse bile, Avni’nin: -Siz artık zahmet etmeyin, ben kendim gider gelirim- yollu tekliflerini asla kabul etmiyor, onunla birlikte karaborsada röntgen filmi arıyor, bulunca pazarlığını kendisi ediveriyor, Avni’nin bünyesini iyice anlamak için her birine birkaç defa gittikleri bakteriyologlar, dahiliyeciler, mide mütehassısları, asabiyeciler, kalpçiler, gözcüler, kulakçılarla o konuşuyor, çeşit çeşidi yapılan kan ve idrar tahlilleri için çeşit çeşit laboratuarlara girip çıkıyor, raporları okuyup, tecrübelerine dayanarak izah ediyor, nihayet doktor İrfan’ın reçetelerinde yazılı olup piyasadan kalkmış bulunan şifalı Alaman ilaçlarının el altından satıldığı yerleri o meydana çıkarıyor ve biraz pahalı da olsa, elde edilmesini sağlıyordu.

Bu gidip gelmeler üç hafta kadar sürdükten ve Avni Akbulut, hemşerilerden tedarik ettim diye diye cebindeki paranın dört yüz liradan fazlasını doktor vizitelerine, tahlillere, filmlere ve ilaçlara yatırdıktan sonra, bir gün Borlu hayır sahibi ortadan kayboldu. Otel kâtibine sorunca, -Nüfus kâğıdını alıp gitti- yollu kısa bir cevapla karşılaştı. Bir on lirayı daha gözden çıkarıp tekrar başvurduğu Doktor İrfan, yüzünde o korkunç can sıkıntısı ifadesiyle, ilaçlara devam etmesini ve birkaç ay sonra bir daha gelmesini söyledi.

Nasıl bir tuzağa düştüğünü yavaş yavaş anlayan Avni, büsbütün halsiz ve perişan, yatağına uzanıp düşüncelere daldı:

-Ülen Allahın sersem kulu, nasıl oldu da basiretin bağlandı? Borlu’nun kır sakalına mı kandın, tatlı diline mi? Sen böyle dolaplara girecek adam mıydın! Gelgelelim şu kör olası hastalık insana göz açtırmıyor. Aman anam, bu sancılar böyle gelip, gittikçe karşıma Azrail çıksa medet ya melaike deyip eline sarılacağım. İlaçların da bir faydasını görmedik! İnsaniyetine kurban olduğum doktorun bir kere yüzünün güldüğüne rastlamadım. Ne gidersin bilmediğin adama? Niğde doktorunun verdiği mektubu nerelere tıktık acaba? Koskoca profesörü bırakıp soyguncuların elinde kaz gibi yolundun, Avni Akbulut, senin ettiğini parmak kadar çocuklar etmez.-

İnleye inleye karyoladan inip bavulunu karıştırdı, ikiye katlanmış mektubu

Beyaz Bir Gem

Katil Osman 

Böbrek 

Bahtiyar Köpek 

Çilli

Dekolman

Hakkımızı Yedirmeyiz

Cankurtaran

Çirkince 

Bir Aşk Masalı

Devlerin Ölümü

 

Şiirleri

Tüm Şiirleri : ttps://edebiyatvesanatakademisi.com/category/sabahattin-ali-siirleri/483

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar