Sabahattin Ali’nin Kanal Adlı Öyküsü İnceleme ve Metni

02.12.2019

Sabahattin Ali’nin Kanal Adlı Öyküsü İnceleme ve Metni

 

KANAL ADLI ÖYKÜSÜ VE SABAHATTİN ALİ 

 

Kanal adlı hikâye Sabahattin Ali’nin Kağnı  adlı öykü kitabındaki 12 adet öyküden biridir.  Kağnı  adlı öyküleri içersinde en dikkati çeken öykülerden birisi olan bu öykü ilk kez adlı hikâye ilk kez Varlık Dergisinde 15.07.1934 yılında yayımlanmış, yazarın Konya Cezaevinden çıktıktan sonra yazdığı öykülerinden birisi olmuştur.

Yazarın bu öyküsündeki seçtiği mekân da Konya ve Beyşehir gölü civarındaki Dedemköy diye bir köy olmaktadır. Bu mekânlar dahi yazarın bu eserini Konya’da iken yazdığına işaret olmaktadır.İlk Önce Varlık dergisinde yayımlana bu hikâye yazarın bastırdığı ikinci öykü kitabı olan Kağnı  adlı hikâye kitabına da alınmış Kanal adlı hikâyesi yazarın ilk baskısı 1936 yılında yapılmış olan  Kağnı adlı kitabın içindeki on iki öyküden birisi olmuştur.

Yazarın ilk öykü kitabı olan  Değirmen 1935), ile ikinci öykü kitabı olan ) Kağnı (1936), adlı hikaye kitabındaki öyküleri Sinop ve Konya cezaevinde kaldığı yıllar ve sonrasındaki yıllarda yazdığı öykülerden oluşur.

 Sabahattin Ali, Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla (1932) Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, öykü ve romanlarını Almanya dönüşü,  Sinop ve Konya cezaevindeki mahkûmiyetinden sonra yazmaya başlamıştı. Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak  Konya’da kaldığı hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde Değirmen 1935), Kağnı (1936), Hanende Melek (1937) Sırça Köşk (1947), Kamyon , Bir Orman Hikayesi  , " BİR ŞAKA ", " KANAL ", "  KAZLAR  ", " BİR FİRAR ", " ÇAYDANLIK öykülerini yayınlamış yazarın bu öyküleri onun bir hikayeci olarak tanınmasına ön ayak olmuşlardı.Kuyucaklı Yusuf(1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna(1942).  adlı romanları ile  ün salan Sabahattin Ali çok sayıda öykü yazmıştır.

KANAL

Çumra Kanalı’nın suları Beyşehir Gölü’nden çıkarken su rengindedir; Konya Ovası’nda kan renginde… Siz buna, ovanın kırmızı toprağının rengidir diyeceksiniz; ben, Dedemköylü Mehmet’le kardeşinin kanlarının rengidir diyeceğim.Konya Ovası’nın ufukları mavi değil, sarıdır, sapsarıdır…

Siz bunun, rüzgârın kaldırdığı tozlardan böyle olduğunu söyleyeceksiniz; ben, Konya hapishanesinde yatan Zağar Mehmet’in benzinin sarılığından diyeceğim

Bozkırlardan mahsul tırnakla kazıyarak alınır. Sapan işlemez topraklar devedikeninden ve iki santimlik otlardan başka bir şeyi üzerlerinde yaşatmak istemezler, susuzluktan yanan göğüslerini, çırçıplak gökyüzüne açmak isterler.

İnsan ellerinin açtığı kanal, bu ovaların yalnız susuzluğunu artırır. Bulanık ve tembel, sanki buraya geldiklerine kızıyorlarmış gibi yüzlerini buruşturarak ağır ağır akan sular, biraz ötede çatlaklarını -su!- diye bir karış açan toprakları doyurmak değil, buğuları ve serinlikleriyle olsun avutmazlar. Bir zeytinyağı ırmağı gibi koyu, sıkıntılı bir akışla sallana sallana geçip giderler.

Bu ovadaki uyuz ağaçlı, kül yığınına benzeyen köylerde insanlar parça parça elleri, yanık derili yüzleri, kenarları çok kırışık gözleriyle çalışarak inatçı topraktan bir lokma ekmek söküp almaya uğraşırlar.

Dedemköy, kanalın yakınındadır. Yalnız, sular Beyşehir Gölü’nden gelinceye kadar öyle azalır ki, değil dönüm dönüm tarlaları, üç karışlık bir bostanı bile doyuramazlar.

Yağmur yıllarında gülen yüzler, parlayan gözler kurak senelerde buruşur, kanalın sarı sularına dikilir, faydası olmayacağını bildiği halde bundan medet umar; yağmur yılları da ancak beş senede bir kendini gösterir.

Dedemköylü Mehmet’le Zağar Mehmet kapı bir komşuydular. Aralarında yaş farkı da yoktu. Küçükken köyün harman yerinde beraber emeklemişler; sokağın gübreli tozlarında beraber yuvarlanmışlar; sıska inekleri, ellerinde boylarından büyük bir değnekle, köyün kıyısından geçen sığırtmaca beraber götürmüşler; kanalda beraber kurbağa taşlamışlardı

Biraz daha büyüyünce analarıyla beraber pazara yağ ve yoğurt satmaya giderler, yedi saat ötedeki dağdan eşekle odun getirirler, hatta bunları beraber satarlar ve bazan acemi ve yabancı bir memurdan beş on kuruş fazla koparırlarsa, bir örnek mintanlık zifir alırlardı.

Delikanlılıklarında beraber düğünlere gitmişler, avrat oynatmışlar, kadın kaldırmışlardı. Bütün Orta Anadolu insanlarında olduğu gibi bunlarda da lakırdı haline gelmeyen bir dostluk vardı. Bu dostluk pek delikanlı zamanlarında, yan yana giderken birbirlerinin elini tutup sallamak şeklinde görünürdü. Biraz sonra topraktan ekmeği dişiyle sökenlere mahsus ciddilik onları da ağırlaştırdı. Ev yükü üstlerine çökünce, daha az buluşur oldular, Zağar Mehmet evlenmişti; Dedemköylü Mehmet’in babası öldüğü için anası, bacısı, bir de on sekiz yaşında oğlan kardeşi onun başına kalmıştı.

İki eski arkadaş bazan, akşamüzerleri caminin duvarları dibinde yan yana çömelerek köye dönen sığırlara bakarlar, yarım saat kadar konuşmadan dururlar, sonra birbirlerine bakıp, yalnız ağızlarının kenarında kalan bir gülüşle sırıtarak evlerine giderlerdi.

Nihayet, evin içindeki çalışan elleri artırmak için Dedemköylü Mehmet’le kardeşi Mustafa aynı günde evlendiler. Yaşları yirmiyi geçmeyen iki tane gelin kerpiç kulübenin birer köşesine yerleştiler.

Hayat, yüzyıllardan beri devam ettiği gibi, katı topraktan bir lokma bir şey sökmek için, sessiz bir dövüş halinde ilerlemeye başladı.

Dostluklar, hovardalıklar, kabadayılıklar, yalnız ekmek düşünenlerde yavaş yavaş yok olmaya başlayan bu hisler ve hareketler, bir hatıra bile olamayacak kadar kafalarda sislendi.

Bir gün Zağar Mehmet, tarlasını kanaldan sularken, arkın yavaş yavaş boşaldığını, meydana sarı bir çamur tabakası çıktığını gördü. Başını kaldırıp evvela kanala, sonra biraz yukarıdaki Dedemköylü Mehmet’in tarlasına baktı. Suyu orada önlediklerini ve kendi tarlalarını suladıklarını gördü.

Altı yaşındaki oğlunu oraya yolladı. Çocuk çıplak ayaklarıyla tezeklerin üstünden koşarak Dedemköylü Mehmet’in tarlasına gitti ve: -Babam suyu koyuversinler diyor!- diye bağırdı.

Mehmet hiç cevap vermedi. Çocuk biraz daha bekledikten sonra gene koşarak kendi tarlasına döndü.

O zaman iki Mehmetler, aralarında yüz elli adım mesafe olduğu halde, birbirlerine şöyle bakıştılar.

Bu bakış birçok şeyler ve her şeyden evvel, o günden itibaren aralarında barışması olmayan bir dövüş başladığını söylüyordu. Bu bakışta kin yoktu, çünkü aralarında kin doğuracak bir şey geçmemişti. Bu bakışta yalnız toprak ve su kavgasının gölgeleri, insanların içini kapkaranlık yapan gölgeleri vardı. Hatta ihtimal biraz da teessür vardı: Yaşayabilmek, şu çatlak tarladan bir avuç ekin çıkarabilmek için birbirleriyle ölüme kadar dövüşmeleri lazım geldiğini bilmekten doğan bir teessür.

Çünkü birbirlerine başkaca kinleri yoktu.

Zağar Mehmet iki erkek kardeşle başa çıkamazdı. Bunun için evvela sulh olmak istedi. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını, suyun iki adamı kandıracak kadar çok olmadığını biliyordu. Nitekim Dedemköylü Mehmet onun gönderdiği habere cevap bile vermedi.

Zağar Mehmet gene bekledi. Tarlasına gitti, dibindeki çamurlar kuruyup çatlayan su yollarına, sonra yukarı taraftaki tarlada dolaşan Mehmet’e uzun uzun baktı ve bekledi. Gökyüzüne baktı, bir bulut aradı ve bekledi…

Ekinler, sıska ekinler, yavaş yavaş bir karış kadar oldular.

Ondan sonra güneş bu bir karış yeşilliği kurutmak için işini gücünü bırakıp bozkırların bu köşeciğine dökülmeye başladı. İnce yapraklar güneşin altında, sıcaktan soluyan bir köpeğin dili gibi titreşiyorlardı.

Bir karıştan fazla büyüyemiyorlardı… Zavallı ekinler…

Dedemköylü Mehmet’in tarlası diz boyu oldu. Zağar Mehmet’inki hala bir karış… Ve güneş, görünmeyen bir borudan yalnız Zağar Mehmet’in tarlasına akıyordu. Yapraklar daha bir karışken sararıyorlardı.

Çumra’da sulama idaresi vardı, bu idarenin müdürü, muhasebecileri, memurları vardı, fakat kanal Dedemköylü Mehmet’in tarlasından öteye bir damla yaşlık bile geçmiyordu.

Zağar Mehmet, bir karışken sararan ekinlerle beraber karısının, akşamlara kadar elinde çapa ile iki kat çalışan altmışlık anasının ve altı yaşındaki oğlunun da sarardıklarını görüyor, düşünüyor ve bekliyordu. Bozkır köylüsünün ne düşündüğünü ve ne beklediğini kimse bilmez.

Bir gün sabahleyin erkenden, mavzerini alıp tarlaya gitti. Kuru suyolunun içine yattı. Dedemköylü Mehmet’le kardeşi tarlada göründükleri zaman beş el ateş etti.

Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar kolay değildir.

Zağar Mehmet koşup gelen karısına, kanalı açmasını, tarlayı sulamasını, bundan sonra kanalın suyunu kimseye kestirmemelerini, çünkü yukarı tarlanın artık erkeği kalmadığını söyledi.

Karısı kanalı açmaya giderken arkasından seslendi, oğlunu zebil etmemesini, ara sıra hapishaneye beraber getirmesini, kocakarıya da hakaret etmemelerini tembih etti.

Sonra tarlanın kenarına oturdu. Kanalı açan karısına baktı, baktı ve uzaktan doğru gelen muhtarla jandarmayı bekledi.

Dedemköy kanalının suları kıpkırmızıdır: Mehmet’le kardeşinin kanları gibi. Konya Ovası’nın ufukları sapsarıdır: Zağar Mehmet’in benzi gibi… Ve hapishanede, ağasından yıllığını almadan gitmediği için davar çaldı diye iftiraya uğrayarak iki seneye mahkûm olan Dedemköylü bir çoban, Zağar Mehmet’in koğuşundan uzak bir yerde, etrafına toplanan hapislere, gözlerini kapayıp başını biraz arkaya atarak, Dedemköylülerin şarkısını söyler:

 

Ecel gelir kapımızı dolaşır,

Kara haberimiz köye ulaşır,

Çifte gelin kuzu gibi meleşir.

Yuma hocam, yuma, kanımız aksın,

Dostumuz ağlasın, düşmanlar baksın…

Zağar Mehmet’in bu şarkıyı dinlemeye yüreği dayanmadığı için, kendisi uzaktan görününce hemen susar.

 

(Sabahattin Ali, Varlık, s. 25, 15.07.1934)

Beyaz Bir Gem

Katil Osman 

Böbrek 

Bahtiyar Köpek 

Çilli

Dekolman

Hakkımızı Yedirmeyiz

Cankurtaran

Çirkince 

Bir Aşk Masalı

Devlerin Ölümü

 

Şiirleri

Tüm Şiirleri : ttps://edebiyatvesanatakademisi.com/category/sabahattin-ali-siirleri/483

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar