Tarık Buğra Hikayeciliği ve Oğlumuz Hikayesi Metni

22.10.2019

Tarık Buğra Hikayeciliği ve Oğlumuz Hikayesi  Metni

 

 

 Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Romancı ve Hikâyeci Tarık Buğranın üç bölümden oluşan ve toplamda 34 hikâyesinin yer aldığı bir öykü kitabıdır. Kitap bizzat Tarık Buğranın seçtiği 34 öyküsünden oluşur. Üç kısımdan oluşur:  Oğlumuz, Yarın Diye Bir şey Yoktur ve Sonrakiler

Oğlumuz adını alan ilk bölümde1948-1949 arasında yazdığı sekiz adet hikâyesi bulunur. Bu hikâyeler: Oğlumuz, Havuçlu Pilav Meselesi, Hayat Böyledir İşte, Buhran, Martı, Karaoğlan, Bacanak,

Kitabın ikinci kısmı ise Yarın Diye Bir Şey Yoktur bölümüdür. Yazar bu bölüme 1950-1952 yılları arasında yazdığı 14 hikâyeyi eklemiştir. Bu hikâyelerin başlıkları ise: Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Kuyruklu Yıldız, Hiçbir Şey Bilmiyor muşum, Küllük, Coğrafya Dersi,  Üstadla Konuştum, Söz Alma Fakat Kimden, Bitmemiş Senfoni, Borç, Ayakkabı Gıcırtısı, Hoparlör ve Şöhrete Dair, K087956'nın Sıfırı,  Şarap ve Şişeleri ve Kitapları

Kitabın üçüncü bölümü ise sonrakiler adını alır. Sonrakiler bölümünde ise yazarın 1954 ile 1962 yılları arasında yazdığı 13 öyküyü eklemiştir Bu öyküler ise:  Şehir Kulübünde, Kardan Adam, Sevginin Bedeli, Beşinci, Varolmak veya Olmamak,  Hey Hey, Gün Akşamlıdır,  Helvacı Güzeli,  Eşek Arısı, Çocuklar ve Elmalar, Dostluk, Çifte Tabancalı Hafiye,  Uzaklardan, Otel Faresi Adlı öyküleridir.[1]

Tarık Buğra ilk öykülerini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde öğrenci iken Cumhuriyet Gazetesinde ve Çınaraltı adlı dergilerde yazmaya başlamış 1947 yılından ölümüne kadar da toplamda en az 82 öykü yazmıştır.  İlk yazdığı öykü olan Kekik Kokusu öyküsünden sonra “Oğlumuz” adlı hikayesi 18 Şubat 1948 de Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanmış,  daha sonra  “Zeytin Dalı (3), Çınaraltı (6), Hisar (14), Milliyet (60), Beş Sanat (3), İstanbul (3), Nokta (2), Küçük Dergi (2), Yenilik (2) gibi yayın organlarında “[2] öyküleri yer almıştır.

Yazarın dergi ve gazetelerde çıkan 82 öyküsünden 56’sı kitaplara alınmış olmasına rağmen 26 öyküsü ise hâlâ dergi ve gazete sayfalarındadır.[3]

Yarın Diye Bir Şey Yoktur adlı hikâye kitabı yazarın sağlığında yayınladığı bir kitaptır.  Öykü kahramanlarını “huzursuz”, “sıkıntılı” ve “yalnız” insanlardan seçmiş olan yazar, öykülerinde çarpıcı olaylara ve vaka düzenlerine yer vermeyi değil insanların ruh hallerini ortaya koymaya yarayacak olaylar ve ortamlar içinde yazan bir öykücüdür. Yazar daha ziyade taşra insanlarının hayatlarına, iç sıkıntılarına, yaşam kesitlerine yönelmiş,  kılıkları, kıyafetleri, düşünceleri, bilgileri görgüleri ve hayat standartları birbirlerine benzeyen, taşradan gelerek büyük şehirlerde tutunamaya çalışan insanların dünyalarına eğilen öyküleri ile dikkatleri çekmiştir.

Onun seçtiği kahramanların hayal kırıklıkları içinde olan insanlar olduğu dikkatleri çekmektedir. Tarık Buğra’nın hikâyelerindeki kişiler  “düş kırıklığına uğramış, romantik, zaman zaman hırçın ve tedirgin, “duygu, düşünce ve yaşayışına belli bir yön verememiş” (Önertoy 1984: 256)[4] kararsız kimliklerdir.  

Kimi öykülerinde aşk ev ve aile hayatı, evlilik konuları üzerinde de yazan yazar,  dış dünyadan ziyade içe yönelen bir yazar olarak dikkati çeker. Onun öykülerinde olaylardan çok, başlarından çeşitli olaylar geçen insanların ruh dünyaları aydınlatılmaktadır.

Yazarın sıcak, içten yapmacıksız, rahat anlaşılır, romantizme ve duygu yoğunluğuna uzanana hüzünlü bir anlatım dili vardır.

OĞLUMUZ ADLI ÖYKÜSÜNÜN TAM METNİ  [5]

Karım, belirmeye başlayan pencerenin önünde oturuyordu: Bütün geceyi orada geçirmişti.

— Sen hâlâ yatmayacak mısın? Dedim.
Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede, beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden bir şey vardı.
— Ezan okunuyor, diye mırıldandı.,
Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur'an'la vaat edilen mutluluğunu, sanki asırlardan beri boşuna bekliyordu.
Hareketlerinde ve yürüyüşünde, kabul edilmiş bir mağlubiyetin iç burkan sessizliği vardı. Mutfağa geçti. Onu sanki rüyada görüyordum: Mangala ve semavere kömür koydu; abdest aldı, sonra seccadesini sofaya sererek namaza durdu.
Pencere iyiden iyiye aydınlanmıştı.
Renksiz, sessiz ve serin kuşluk vakti: Yatağın ılıklığı, belirsiz duygu¬lar, düşünceden kaçış... Dalmışım.

- Yahu...
- Ne var?
- Geldi..
-İyi ya işte...

Fakat mesele bu değildi: Karım beni kayıtsız buluyor ve üzülüyordu:
— Bir şey söylemeyecek misin; bu üçüncü oluyor... Ha yahu: Ne yapacağız?
Bilir miyim ben. Fakat ona:
— Yarın bir şeyler yaparım, diyorum.
Hangi yarın?. Gökyüzü tatlı maviliğini bulmuştu bile. Gün, katılmak zorunda olduğumuz gün, başlıyordu. Karım haklı. Bunun üzerinde durmak lâzım. Oğlum yatağına daha yeni giriyordu. Ona, bu yaptığının ümitsiz bir isyan olduğunu anlatmalıydım. Yataktan, birdenbire fırladım. Karım tel⺬landı:
— Fazla sert davranma. Ne de olsa artık.
Devam edemedi. Ona baktım: Gözleri allak bullaktı. Ah benim saz benizli, kır saçlı bebeğim.
Çıkarken, omuzlarıma hırkamı koydu.
Odası gündoğdu tarafındaydı. Pencereleri büyükçe bir bahçeye bakardı. Karşı evden kurtulmak üzere olan güneş, duvarları hafifçe pembeleştirmişti.
Ve o, uyumuştu.
Elbiselerini masanın üzerine atıvermiş, pijamasının ceketini giymemişti. Yatağının yanındaki sandalyeye iliştim, İçim bir tuhaftı. Ona bakamı-yordum; fakat onunla doluydum: Tıpkı, çok eskiden bir defa daha olduğu gibi: O zaman daha küçüktü; tifoya tutulmuştu, ateşi vardı, sayıklıyordu. O, şimdi bunu hatırlamaz ki...
Karlı bir şubat gecesi doğmuştu. Babamın kucağına verirken bir tuhaftım.. İsim ararken kamus bana ne kadar boş gelmişti. Ona, ışıl ışıl, kâinat gibi manalı bir kelime bulmak istiyordum. Sonunda Ömer dedik. Bu da ona yakışmıştı. Onu, tarihe girmiş bütün Ömer'lerin başarı ve üstünlüklerine lâyık görüyordum.
İlk gülüş... İlk diş, ilk kelime, annesine doğru, genç, güzel ve mutlu annesine doğru ilk adım.
Sonra yedinci yaş,, okula götürdüğüm gün ne kadar ağlamıştı: Sanki varlığına evden başka bir ortak kabul etmek istemiyordu. Fakat bu böyleydi işte: O da her oğul gibi sokak, okul ve çarşı arasında, her gün biraz daha bölünüp gidecekti. Önlenemezdi bu.
Ve on dördüncü yaş: Hırçınlıklar, iştahsızlıklar... Bize yeni bir ortak daha, ortakların en yenilmezi.. Karımın mağrur telâşları ve benim ilk endi¬şem.
Liseyi, daha sonra fakülteyi bitirdi. Bu arada, onu biraz daha iyi yaşatabilmek için, karım düğününden kalma üç beşibirliği bozdurdu. Ve o, ilk aşkın rahatsızlığı ile sarsıldı, bizi de perişan etti.
Böylece biz ona bütün bütün bağlanırken, dünyamız artık onunla sınırlanırken...
"Sen bizden ayrılıverdin. Sevgimiz arttıkça sen biraz daha tedirgin oluyordun. Ben bunu anlıyordum: Sen bunda biraz da hürriyetine tecavüz buluyordun. Fakat annen...
Ben biliyorum: Sen, artık odaların bu döşeniş tarzını, hatta bu evi beğenmiyorsun… Uçmayı öğrenmiş bir serçe yavrusu gibi, gözün başka dallarda. Senin düşündüğün, kim bilir ne cici şeydir. Bizi misafir edeceğin odayı da unutmamışsındır; buna eminim. Bu kadarı da bize…, bana yeter. Fakat annen. Bunu sen de seziyor, arada sırada, hatta sık sık kardeşlerini nasıl okutacağından, bizim için neler tasavvur ettiğinden bahsediyorsun. Fakat birbirimizden niçin gizleyelim; sen böyle konuşurken sesini titreten şeyde biraz vicdan burkulması ve daha çok çaresizliğin acısı yok mu? Ama sen bunun için üzülme, senin elinden ne gelir; hayat böyle işte, yapamazsın ki…
Ben senin içkiden ne umduğunu biliyorum; alışmayacağına da eminim... Fakat annen...
Sonra ben senin dışarıda ne aradığını, evden niçin kaçtığını da biliyorum. Belki de küçük bir(...) Ben onlara düşman değilim; hatta.., fakat annen.., kadıncağız böyle birine kapılı ereceksin diye tir tir titriyor. Sen gecelerini böyle dışarıda geçirince, kuruntuları, ışıl ışıl caddeleri ve gazinoları masal mağaralarına çeviriyor.
Fakat bütün bunlara ne lüzum var; sen sanki bunları bilmiyor musun? Ben sanki bütün bu şeylerin senin kalbini nasıl sızlattığını bilmiyor muyum? Annen, ben.., sen bize bakma. Bütün budalalık bizde. Biraz hasta olmanı bekler gibiyiz. Hâlâ bize en çok ait olduğun günlerdeki gibi kalmanı istiyoruz. Değişebileceğini aklımız almıyor. İşte, gözlerimi bir türlü yüzüne çeviremiyorum, sana bakamıyorum. Annen de böyle. Şimdi biz, seni uyandıramayız. Çünkü düşünmeğe cesaret edemeden biliyoruz ki, artık senin uykun da değişti. Eskiden bizi bekler gibi uyurdun. Evet, artık uykun da değişti. Hatta asıl değişiklik uykularında oldu; sen uykularında da bizden uzaklaştın..."
Başımı çevirdim: Ona baktım. Bunu yaparken romatizmalı kolumu zorlar gibiydim. Fakat içim birdenbire ferahladı: Sanki yıllardır aradığım bir arkadaşımı bulmuştum. Islık çalmak istiyordum. Perdeleri indirdim; güneş onu rahatsız edecekti. Benimkilere benzeyen sert ve siyah sakallı yüzünü hafifçe öperek dışarı çıktım.
Çayımızı içerken karım biraz dalgındı, Ben, küçük oğlumun çayını gizlice, hiç sevmediği limonla doldurdum.

 


 

Tarık Buğra Hayatı Romancılığı ve Öykücülüğü

 

Roman 

·         Siyah Kehribar  (1955)

·         Küçük Ağa (1964)

·         Küçük Ağa Ankarada (1966)

·         İbiş’in Rüyası (1970)

·         Firavun İmanı (1976)

·         Gençliğim Eyvah  (1979)

·         Dönemeçte  (1980)

·          Yağmur Beklerken (1981)

·         Osmancık (1983).

Hikâye 

·         Oğlumuz  (1949)

·         Yarın Diye Bir Şey Yoktu (1952)

[1] Tarık Buğra, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979, ss. 73 – 79

[2] Turan Karataş, Tarık Buğra’nın Öyküleri ve Öykücülüğü, https://bilig.yesevi.edu.tr/yonetim/icerik/makaleler/2758-published.pdf

[3] Turan Karataş, Tarık Buğra’nın Öyküleri ve Öykücülüğü, https://bilig.yesevi.edu.tr/yonetim/icerik/makaleler/2758-published.pdf

[4] Önertoy, Olcay (1984). Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yay.

[5] Tarık Buğra, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979, ss. 73 – 79

0

0

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar