Terakki Öyküsü Konusu Metni ve Ömer Seyfettin

24.12.2019
Terakki  Öyküsü ve Ömer Seyfettin
 
Terakki, adlı öykü   Ömer Seyfettin'in ilk  kez  21 Mart t 1918 ’de Yeni Mecmua, dergisinde yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
 
Terakki adlı hikâye, Ömer Seyfettin’in toplumsal konularda yazmış olduğu öykülerinden biridir.  
 
Ömer Seyfettin    sadece tarih, kahramanlık ve milli konulara  değinen hikâyeler yazmamıştır. Bu tip hikâyelerinin yanı sıra  Perili KöşkBahar ve Kelebekler Kesik Bıyık  Dünyanın Düzeni   Tos, Çirkinliğin Esrarı, Aşk Dalgası  Balkon  Aşk ve Ayak Parmakları , Fon Sadriştayn’ın Karısı  gibi öykülerinde aşk, saadet, evlilik, hayatı, gibi sosyal toplumsal konulara değinen öyküler de yazmıştı.
 
Yazarın Terakki adlı hikayesi  Acaba Ne İdi adlı hikayesi ile bir nebze ve konu yönünde benzerlik göstermektedir. Yazar bu öyküsünde yeni yetme savaş zenginlerinin ahvalini de dile getirmiş, haksız kazançlar sağlayan namussuz zenginler ile namuslu halkın arasında oluşan ekonomik uçurumları ortaya koymaya çalışmış, karaborsacıların fırsatçıların,  üst sınıf züppe takımının yarattığı ahvali gözler önüne sermiş, çağdaş gelişmelere, araç, otomobil ve trafik sorunlarına da değinmişti.  ( bkz Ömer Seyfettin ve Acaba Ne İdi Adlı Hikayesinin Konusu Özeti Metni )
 
Terakki kelimesi bilimde fende ilerleme, gelişme anlamlarına gelen bir sözcüktür. Ömer Seyfettin Bu kısa öyküsünde 20. Yy .ın başlarında  meydana gelen keşifler icatlar üzerinden toplumdaki değişimler, toplumsal yozlaşma ve yabancılaşma konularına değinmiş, bilim  ve fen alanında ortaya çıkan pek çok icada karşılık  toplumsal dayanışma, toplumsal ahlak, insani ve manevi alanlardaki tersine gerilemelerden dem vurmuştur.
 
ÖYKÜNÜN KONUSU
 
Ömrü boyunca 160 a yakın öykü yazan Ömer Seyfettin,  bu öyküsünde çağdaş hayatta meydana gelen büyük teknolojik gelişmeler üzerinde konuşan iki gencin dışarıda filozofca söylevler atarak dolaşan bir dilencinin konuşmaları ile sosyal hayatta neleri kaybettiğimizi de anlamış olurlar.
 
 
 
Terakki  Ömer Seyfettin
 
Yaz… Ramazan! Hava öyle sıcak ki… İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan, fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi ile Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa iki canlı keyif heykeli gibi uzanmış, cigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar:
 
— Evet.
— Olur iş değil.
— Bu kadar az zaman içinde.
— Bu kadar terakki!..
— Şu kadar değişiklik!
— Âdeta insan gözlerine inanamayacak.
— Sekiz, on sene evvelki yolları, evleri, arabaları, tramvayları, kıyafetleri, hele o vapurları bir hatırla…
— Telefon yoktu be…
— Elektrik var mıydı?
— Ya sinema?..
— Ya otomobil?
— Ya gramofon?
— Yalnız o vardı işte…
— Nasıl?..
— On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hâdise karşısında imiş gibi, hayretle dinlerdim.
 
— Tayyareye ne diyeceksin?
— Olur iş değil.
— Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?
— Zeplin?
— Vay anasını! Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu…
— Bu muhakkak.
— Pekâlâ, ama pahalılığa ne diyeceksin?
— Tabiî her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.
— Para çoğaldı mı, azaldı mı?
— Vallahi bilmiyorum.
— Ben de bilmiyorum.
— Bilmediğimiz şeye karışmamak…
— …Bu doğrudur amma…
— Amma?
— Bizim elimizden gelmez.
— Fakat şunu itiraf etmeli ki, her gülün bir dikeni olur.
— Tabiî…
— “Terakki”nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.
— Ne gibi?..
— Mesela…
 
Niyazi misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir.
 
“Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde, kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne haldir?”
 
Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayri ihtiyarî, sârî bir hareketle, tellenmiş cigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:
 
— Bu ne?
— Bilmem.
 
Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belâgatle devam eder:
“…Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere! Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın.”
 
Neşet bir eliyle başını, diğer eliyle sarı pijamasının üstünden kalçasını kaşır. Yüzünü ekşitir. Niyazi alt dudağını ısırarak yavaş yavaş doğrulur:
 
— Bu ne be?
— Saçma…
— Ama ne güzel, ne yanık söylüyor…
— Gayet muktedir bir hatip olacak.
— Şüphesiz.
 
Sokaktan gelen ses:
 
“…Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm… Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak, demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akıbet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır… Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?”
 
Neşet ayağa kalkar, der ki:
 
— Bu bir feylesof!
— Hem de derin…
— Hem pek derin bir feylesof!
— Bak, bak, ne diyor?
 
Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:
 
“…Merhamet, şefkat, elâlem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz, içiniz, keyif ediniz… Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda, rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah, nerede fazilet?”
 
Niyazi oturduğu yerden:
 
— Hem sosyalist, be! Der.
— Ne demek?..
— Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek…
— Bakalım bir başına mı?
 
Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar, bir kahkaha atar:
 
— Olur iş değil be!
— Ne?
— Gel de bak.
 
Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omuzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek:
 
— Allah rızası için bir dilim ekmek! der.
 
Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar.
 
— Ne dersin?
— Olur iş değil…
— Dilenci be!
— Feylesoftan dilenci!
— Yok, dilenciden feylesof!
— Hem hatip…
— Yalnız hatip mi?
 
Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır:
 
— Bizim Dârülbedâyi’de böyle gür sesli bir hatip yok.
— Yok vallahi…
 
Gülüşürler.
 
— Hem ne şiddet!
— Evet, öyle…
 
Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın hiç şimdiye kadar görülenlerini andırmayan yeni dilenci susmaz:
 
“Gülün, gülün… Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran… Yazın sonu hazân… İkbalin sonu zeval… Hayatın sonu ölüm!.. Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız… vs… vs..!”
 
Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet’le Niyazi yine cigaralarını tellendirirler.
 
— Sekiz, on sene evvel İstanbul’da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?
 
— Halbuki şimdi…
— Bir dilencideki bu belâgat!
. . . .
— Daha doğrusu bu küstahlık!
— Olur iş değil…
— Olur iş değil vallahi…


 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar