Ömer Seyfettin Ant Hikayesinin Özeti Metni Önemi

25.10.2019

Ömer Seyfettin Ant Hikayesinin Özeti Metni Önemi

 

ANT ADLI HİKAYE VE ÖNEMİ 

 

 Ant, öyküsü  ve Ömer Seyfettin 'inilk kez  24 Nisan 1912 ‘de  Genç Kalemler,  dergisinde yayımlanmış olan bir öyküsüdür.

Maupassant Tarzı olay öykücülüğünün edebiyatımızdaki ilk  ve en güçlü icracısı olan Ömer Seyfettin, tıpkı Diyet Kütük Efruz Bey Forsa Başını Vermeyen Şehit Yalnız Efe Ferman  Fon Sadriştayn’ın Oğlu, Kurumuş Ağaçlar, Vire, Büyücü , Teselli  adlı öykülerinde de olduğu gibi milli, tarihi ve kahramanlık konulu öyküler yazmıştır. Buna rağmen daha ziyade ömrünün sonlarına doğru çocukluk anıları, eğitim eğitimde ceza ve sosyal konulu öyküler de yazmış Perili Köşk, Bahar ve Kelebekler ,Kesik Bıyık, Aşk Dalgası,  Balkon, Aşk ve Ayak Parmakları,  Fon Sadriştayn’ın Karısı, Havyar ,   Niçin Zengin Olmamış gibi öykülerinde sosyal ve gündelik hayata dair olan hikayeler de yazmıştır.

Ömer Seyfettin, kullandığı, dil basit ama sağlam ifade gücü ile çocuk edebiyatımızın en önemli isimlerinden olmaktadır.  Onun öyküleri çocuklara okuma alışkanlığı kazandıracak en ideal öyküler olduğu için Milli Eğitim Bakanlığı hazırladığı hemen her ders kitabında onun öykülerini almak ihtiyacı hissetmiş özellikle ilköğretim çocuklarına mutlaka üç beş öyküsü okutulmak istenmiştir.  Çünkü onun öyküleri çocuklara okuma zevki ve okuma alışkanlığı kazandıracak en ideal öyküler olmaktadırlar.

And adlı öykü yazarın kendi biyografisi ile ilgili,  çocukluk yıllarından kalan anıları ile beslediği öykülerinden birisi olmaktadır. Bu nedenle bu öyküsü pek çok ders kitaplarında yer almış,  okunması için seçilen, Milli Eğitim Baklanlığı tarafından okunması tavsiye edilen öykülerinden birisi olmuştur.

Yazarın Ant adlı öyküsü içerik, öz fikir ve yazılma gayesi bakımlarından Falaka adlı öyküsünü andırmaktadır. Yazar Ant ve Falaka adlı öykülerinde çocukluk günlerinde yaşadığı olayları ders alacak şekilde ele almış onun çocukluk yıllarındaki en önemli eğitim sorunlarından biri olan eğitimde ceza konusuna değinmiştir. Bu iki öyküsü de eski devrin mahalle mekteplerinde sık sık görülen dayak, ceza ve azarlamaya dayalı eğitim anlayışını ortaya koymaktadır.  

 

ANT ÖZETİ

Anlatıcı ve Mıstık öykünün ana karakterleridir. Anlatıcı ve Mıstık çok iyi anlaşmakta ve nereye giderlerse birlikte gitmektedirler. Bu iki kafada her ne yaparlarsa birlikte yapmaktalar yaramazlık yaparlarsa da işledikleri suçu da birlikte işlemektedirler... Bir gün anlatıcı ile Mıstık kan kardeşi olmaya karar verirler.  Nihayetinde bir gün anlatıcının parmağı kanar ve Mıstık da parmağını kanatarak kan kardeşi olurlar.

Küçük bir and içme merasimi de düzenleyerek her zaman beraber olacaklarına, her zorluğa birlikte göğüs gereceklerine,  her zaman iyi bir dost olarak kalacaklarına, bir birlerine her zaman iyi davranacaklarına yemin ederler.

Kan kardeşi olduktan sonra daha da yakınlaşmışlardır. Nihayetinde bir gün Mıstık bir köpek tarafından ısırılmış Mıstk’ın durumu günden güne çok kötüye gitmiştir.  Anlatıcı Kan kardeşi de Mıstık’ın durumuna çok çok üzülmektedir.  En sonunda Mıstık’ın kuduz olduğu anlaşılır ve Mıstık ölür. Anlatıcı da bu olaydan sonra çok çok üzülmüş, elindeki yaraya her baktığında kan kardeşi Mıstık’ı hatırlamıştır.  hep hatırlar.

 

ANT   ÖYKÜSÜ ÖMER SEYFETTİN

BEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir...

Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.

Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...

Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı...

Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rasgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı. Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşamüstü, okut dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:

- Niçin beni yalancı çıkardın? Dedim. Musluğu sen koparmamıştın...

- Ben koparmıştım.

- Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm.

Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:

- Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.

- Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?

- Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:

- Ant ne?

- Bilmiyor musun?

- Bilmiyorum!

O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi: - Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar.

Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant, içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı:

- Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... Diye uyardı beni.

Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine, bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tad duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.

Mustafa Mıstık,

Arabaya kıstık,

Üç mum yaktık,

Seyrine Baktık!

Diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik. Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.

Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek... Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,

- Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...

Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:

- Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...

- Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... '

Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi.

Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi... Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı.

Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı. Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım.

Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim.

- Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır.

Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.

Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi. Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...

Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.

Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlak ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan, geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır... Beni mutlu eder. Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar