Refik Halit Gurbet Hikayeleri Dişçi Öyküsü Metni ve Öykü Hakkında Düşünceler

02.12.2019

 
 
Gurbet Hikâyeleri Refik Halit’in ikinci sürgünü olan Suriye Sürgünü yıllarında ve Suriye’den döndükten sonra Suriye ve Lübnan da yaşadığı olaylardan anılardan esinlenerek yazmış olduğu hikâyelerden oluşur.
 
Refik Halit, Gurbet Hikâyeleri adlı ikinci öykü kitabına aldığı öykülerin bir kısmını Lübanan ve Suriye’de iken yazmış,  bazılarını da affa uğrayıp İstanbul’a döndükten sonra Suriye ve Lübnan’daki anılarından istifade ederek İstanbul’da yazmıştır. Yazar bu öykülerinin bir çoğunu Tan Gazetesinde önceden yayımlamış, daha sonra ise   1940 yılında içinde 14 hikaye bulunacak şekilde bastırmıştı. Gurbet Hikayelerinin sonraki baskılarında ise bir hikayesini kitaptan çıkarmış,  kitabına birkaç  hikaye daha eklemişti.
 
Refik Halit’in “ Dişçi “ adlı hikâyesi Gurbet Hikâyelerinin ilk baskısında olmayan, kitabın sonraki baskılarında bulunan ilginç bir hikâyesidir.  Refik Halit’in bu hikâyesi 1918 yılında Kanal Harekâtından veya Yemen Cephesinde savaşıp Mondros Mütarekesinden sonra dağılan Türk Ordusunun yurda dönmeye çalışan askerlerin Bedeviler tarafından soyulup öldürülmesi ile ilgili bir anı türü hikayedir.
Bu Hikâyenin geri planında Refik Halit'in sürgündeki gerçek yaşamından estantanelerde vardır. Refik Halit'in Suriye sürgünündeki yıllarında Fransızlardan maaş aldığı, ayrıca Türkiye'den de ona para gönderildiği hakkında tutulan raporlara yansıyan gerçeklerdir. Bu sayede Refik Halit, Suriye ve Lübnan'daki her yeri gezmiş, buralarda refah içinde bir sürgün yaşamış, sürgün yıllarında Hatay ve İskenderun'u da gezmiştir. 
Nitekim bu hikayesinde geçen anısını " üç devletin sınırlarının kesiştiği yerde ve Ceylan avından döndükten sonra" diye açıklar. Sözünü ettiği bu yer ise Gavurdağı, Amanosların eteğinde Reyhanlı veya Kırıkhan yakınları olmalıdır. Çünkü o tarihte ceylan avlanabilecek tek yer Amanos Dağlarıdır. 
 
Öykünün ana ekseni I. Dünya Savaşı sonrasında  dağılan Osmanlı birliklerinde bir çavuşun Suriye'den memleketine dönme uğraşısı içinde iken Osmanlı askerlerini soyan Bedevilerin eline düşmesi ve başına gelen olayları aktarmaktadır. Bu öykünün bu askerin başından geçen gerçek bir anı olduğu ap açık ortadadır. Nitekim Yemen Cephesinden dönen askerlerin başına gelen buna benzer binlerce anı vardır.
Bu nedenle  bu öykü Suriye, Kanal ve Yemen Cephelerinde dönen Osmanlı askerlerinin anıları ile alakalı tarihi bir belge niteliği de taşımaktadır. 
 
ÖYKÜNÜN KONUSU 
 
Öykünün yer aldığı askeri birliği dağıldığı için yaralı halde demiryolunu takip ederek Türkiye’ye ulaşmaya çabalayan bir çavuş ile arkadaşının, Osmanlı askerlerinin peşine düşen, elbiselerini, silahlarını, paralarını, varsa altın veya gümüş dişlerini sökerek soyan Bedevilerden kurtulmak için yaptıkları mücadele ve sonrasında bedevilerin eline düşmelerini konu edinmektedir.
 
Yazarında belirttiği gibi gerçek bir hayat hikâyesinden alındığı belli olan bu öyküdeki Türk Çavuşu ve arkadaşı sonunda Eşkıya Bedevilere yakalanmış, çırılçıplak soyulmuş, ağzındaki altın kaplamalı takma  dişini almak için Bedeviler ağzına taşlara vurmuş, dişlerini dökmüşler, ağzından dökülen altın dişi almışlar, diğer dişlerini atmışlar onu da öldü diye  birakıp gitmişlerdir. 
 
Bu Türk Çavuşu memleketine döndükten sonra bu defa da işgalcilerle savaşmaya başlamış, -Muhtemelen Çukurova bölgesinde- Fransızlara ve onların yanında savaşan karşı Bedevilere karşı – kendisi de sağ yakaladığı Bedevilerin dişini sökerek dişçi olmuştur.
 
 
 
 
DİŞÇİ(1938)
 
Ceylân avı dönüşü, üç devletin hudut kavşağında, bir çiftlik binasındaydık. Ocaklı odada sofra kurulmuş, içiyorduk.
Ev sahibi eski çetecilerdendi. Misafirler arasında, bizden başka jandarma mülâzımı, gümrük müdürü, ziraat memuru, bir de «Dişçi» diye çağrılan posbıyık bir adam vardı. Gözlerinde aklı tam olmayanlarda rastladığım kâh alevlenen, kâh pelteleşen bir kararsız ışık gördüğüm için onun yarı meczup olduğuna hükmetmiştim.
 
Bir aralık, kendisine kayıtsız kalmadığımı göstermek için sordum:
-Buralarda mı dişçilik ediyorsunuz?
Ev sahibi, mülâzım, müdür, memur, hepsi gülmeğe başladılar. O susuyor, önüne bakıyordu.
 
-Söylesene, diyorlardı, buralarda mı dişçilik edersin?
 
Tekrar gülüşüyorlardı.
 
Dişçi gülümsemeye başlamıştı. Ben, köy, çöl ve kasaba hayatlarından aldığım tecrübe ile bu kahkahalarda bir acıklı, acayip vak’a sezmiştim. Zira herkesinkine benzemeyen acı sergüzeştler, hatta felâketler dar muhitlerde eğlence sayılıp gülüşülen sohbet mevzuları olurdu.
 
Eline bir dolu kadeh sıkıştırdılar:
 
-Anlat bakalım bize dişçiliğini! Dediler.
 
-Ben dişçi değilim, diye başladı, diş sökücüyüm, mükemmel diş sökerim, sağlam dişleri sökerim, hem çatır çatır sökerim. Şöyle büke kıvıra, ırgalıya ırgalıya, çene kemiklerini dağıta, parçalıya!
 
Harp sonuydu, ordu dağılmış, asker, silâhsız, cephanesiz Suriye’den darmadağınık, Anadolu yolunu tutmuştu. Dağ, tepe, geçtiğimiz yerlerde kurşuna tutuluyor, ölü ve yaralı şose boylarında dökülüyor, tükeniyorduk.
 
Ben mektep, medrese görmüş bir başçavuş idim. Böğrüme bir kurşun yemiş, hastanedeydim; yerli ahalinin elinden güç kurtularak tren hattını tutmuş, üç arkadaşla memlekete ulaşmağa çabalıyordum. Lebüvve Boğazını bilir misiniz? Boğaz deyince hatırınıza korkunç bir kayalık, dumanlı dağlar, loş uçurumlar gelmesin.
 
Orası bir sulak vaha boğazıdır; altından süzme zeytinyağı renginde, elinizi sürseniz bulaşacağını sandığınız parlak, koyu bir çay akar. Kenarında yapraklarının ters tarafları rüzgârla güneşe dönünce gümüşlenen narin kavaklar dizili, kof gölgeler serilidir. İncecik, yumuşak, sık otlarla bir kürk gibi kaplı olan yamaçlar kibrinden âdeta kabarmış, heybetli görünmeğe çalışır. Hulâsa dinlenilecek, uyuyup rahat edilecek hoş yerdir, memleketi andıran yerdir.
 
Açlık, mecalsizlik, yenilmiş olmaktan utanıyor, yolda silâh kullanmadan ölmekten korkuyorduk. “Şurada biraz nefes alalım!” dedik.
 
Tepeden bağırdılar; ayağa kalktık. Silâhlar üstümüze çevrildi; ellerimizi yukarıya kaldırdık. Sekiz on bedevi, yokuş aşağı, entarili ve kefiyeleri (beyaz örtü başlık) havalanarak, yuvarlanır gibi dağdan indiler. Kulakları küpeli, saçları örülü, sırım gibi ince, şeytan yüzlü ve maymun elli çapulcu Urban…
 
Nemizi alacaklardı? Paramız yoktu, silâhımız yoktu, mataramız, kemerimiz bile yoktu. Nasıl karşı koyabilirdik? Ben yaralı idim, arkadaşlar hasta idiler. Kanımız kurumuş, soluğumuz tükenmişti. Dizlerimiz dermansızlıktan titriyor, yüreğimiz ayıbımızdan eriyordu.
 
Biliyorduk ki kolay ve temiz olması için elbiseleri öldürmeden evvel soyuyorlardı. Soyunduk ve çıplak kalınca kurşunları veya cembiyeleri beklemeye koyulduk. Öyle olmadı.
 
Bedevinin biri ilkönce Koçhisar’lı Ahmet onbaşının yanına yaklaştı, bir eliyle çenesinden tuttu, ötekiyle burnundan… Ağzını açmış, dudaklarını sıyırmış ve satın alınacak atın yaşını muayene eder gibi dikkatle dişlerine bakıyordu.
 
Memnun olmadı ki, karnına bir tekme vurdu, devrildi; öbür arkadaşa yanaştı. Onu da beğenmedi, onu da tekmeledi. Nihayet sıra bana geldi. Ağzımı kendiliğimden açmış ve tekmeye hazırlanmıştım.
 
Bedevi sevinçle haykırdı. Birden, parmakları altın kuronlu dişime geçmiş, asılmış, sökmeye uğraşıyordu. Tırnakları etime batarak etimi yırtarak dişimi çekiyor, sallıyor, büküyor, geriye itiyor, öne yatırıyor, fakat bir türlü çıkaramıyordu.
 
Yapamayacağım anlayınca ayaklarıma bir çelme vurdu; düştüm; göğsüme çökmüştü. Arkadaşlarına, çöl karargâhlarında dört seneden beri yaşadığım için öğrendiğim dilden bağırıyordu:
 
– Bir taş! Sivri bir taş!
 
Aranılıp getirilen taşı, şimdi, bütün hızı ile kuronlu dişime, bazen acelesinden yanındakilere ve daima dudaklarıma bir keser gibi kaldırıp kaldırıp indiriyordu. Her vuruşunda ben oradaki acıdan ziyade, tuhaf değil mi, böğrümdeki eski kurşun yarasının sızısını duyuyordum. İyi olduğunu sandığım bu yara, sanki yeniden deşiliyordu.
 
Gırtlağımdan aşağı sızan kanın çıplak vücudumdan ılık ılık göğsüme yayıldığını duyuyordum, bedevinin yüzüne fışkıran kan ve et serpintilerini görüyordum. Hepsini duyuyor ve görüyordum.
 
Bir türlü bayılamıyordum.
 
Bayılır gibi olurken taşın her inişinde tekrar ayılıyor, beynimde ve yaramda «zınk!» diye sarsıcı bir gümleyiş işitiliyor, gözlerimi açıyor ve yaramda «zınk!» diye sarsıcı bir gümleyiş işitiliyor, gözlerimi açıyordum.
 
Neden sonra üç dişim elinde kaldı. Kuronlusunu aldı, ötekileri uzağa fırlattı.
 
Kendimden geçmeden evvel heriflerin beni unutarak veya öldü sanarak üç arkadaşımın da göğüslerine birer eğri hançer sapladıktan sonra elbiselerimizi toparlayıp konuşa konuşa, ağır ağır, avdan döner gibi, tepeye tırmandıklarını gördüm.
 
Hikâyeyi çiftlik sahibi tamamladı:
 
-İşte, dedi, ondan sonra dişçi oldu ya… Çete muharebelerine tutuşmuştuk: Ecnebiler üzerimize ara sıra, bedevi müfrezelerini de saldırıyorlardı. Bunlar da köylerimizi soyuyorlar, çoluk çocuğumuzu kesiyorlardı. Sağ yakaladıklarımızı – sonradan öğrendim – bizim «dişçi» yere yatırıyor, göğüslerine çöküyor, eline geçirdiği bir koca dülger kıskacıyla ağızlarından sağlam bir diş çekip koparmadan yakalarını bırakmıyormuş!
 
Dişçi gözlerinde, ispirto dökülmüş gibi mavi bir alev parlayarak:
 
-Evet, dedi, mükemmel söküyordum, hem çatır çatır söküyordum,şöyle büke kıvıra, sallaya hırpalaya, çene kemiklerini dağıta parçalaya söküyordum!.
 
Ve elini mintanının düğmesine attı, göğsünü açtı; Boynunda iri taşlı bir gerdanlık gördüm.
 
Petrol lâmbasının sönük ışığında bu taşların ne olduğunu birden anlayamamıştım. Fakat o sırada ocakta bir odun devrildi, odaya bir kızıl alev vurdu:
 
Gerdanlığa geçirilen taşlar sapasağlam, bembeyaz, bir boyda, bir biçimde, hemen hemen bir örnek, otuz kadar azı dişiydi.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar