Ömer Seyfettin- Selanik
Milli Edebiyat’ı Oluşturan Siyasi ve Tarihi Sebebler.
1.Meşrutiyet, İttihat ve Terakki Cemiyeti İçinde örgütlenen subay ve aydınların baskısı sonucu 1908′ de ilan edilir. Abdülhamit, Kanun-i Esasi’ye tekrar yürürlüğe koymak zorunda kalır. Meclis’i Mebusan’unda İttihat ve Terakki üyelerinin çoğunluğuyla yine aynı yıl açılır. Her türlü siyasal düşüncenin yasak olduğu bu dönem sona erince basın, aydınlar, sanatçı ve düşünürler, çeşitli alanlardaki düşünce ve eylemlerini büyük bir coşkuyla gerçekleştirmeye koyuldular. Bu dönem, Osmanlının dağılma ve yıkılma evresinin son aşamasıdır. Osmanlı artık taim anlamıyla Batı’nın sömürgesidir. 1789 Fransız ihtilali’nin yaydığı ‘milliyetçilik düşüncesi, Osmanlı İmparatorluğu İçindeki ulusal azınlıkların birer birer bağımsızlık eylemine girmesine neden olmuştur. Bunda Avrupalıların kışkırtmalarının da önemli bir payı vardır. Gelinen süreçte, imparatorluğu ayakta tutma konusunda ortaya atılan, “Osmanlıcılık, Batıcılık, İslamcılık gibi düşünceler geçerliliğini yitirmiştir.
Bir Osmanlı milleti oluşturma politikası Sultan II. Mahmut'un "Ben tebaamın Müslüman olanını camide Hıristiyan olanını kilisede Yahudi olanını havrada fark ederim. Aralarında başka bir günah fark yoktur.” Cümlesi hakkındaki muhabbet ve adaletim kavidir ve hepsi gerçek evladımdır." diyordu. 1839'da ilan edilen "Gülhane Hattı Hümayunu"nda bu fikir prensip olarak da tespit edilmiş oldu. Dolayısıyla Osmanlıcılık fikrinin esas gelişimi dönemi de Tanzimat'tan sonradır. Ancak Osmanlı devlet adamlarının bu fikirlerini sistematik olarak savundukları söylenemez. Bununla birlikte; Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler pek çok konuda birbirlerinden farklı düşünmelerine karşın; "Osmanlıcılık" fikrinin ana programı şu şekilde özetlenebilir: Bütün Osmanlılar hukuken eşittir. Hukuk ve hürriyetleri teminat altına alınır. Toplum zulümden kurtulup ezel" ve beşer" olan adalete mazhar edilir. Bütün Osmanlı vatandaşları vatan sevgisi ile birleştirilir. Bu maksadın sağlanması için meşruti idareye getirilecektir. Bu maksatların elde edilmesi için şiddet yoluna başvurulmaz fitne çıkarılmaz ve ikna yoluyla çalışılır.
Tanzimat döneminde İmparatorluk içindeki değişik etnik grupların Batı devletlerinin desteğini alarak bağımsızlığa yöneldikleri göz önüne alınırsa; Osmanlıcılık fikrini ileri süren devlet adamlarının bu yolla iç çekişmeleri yavaşlatmak ve dış baskıları da hafifletmeye çalıştıkları görülecektir.
Osmanlıcılık fikrinin en önemli hedefleri Mithat Paşa ve arkadaşlarının da gayretleriyle 1876'da Kanun-ı Esasî'nin ilanıyla gerçekleşti. Fakat Osmanlıcılığın zaferi olarak görülen bu hareket uzun sürmedi. II. Abdülhamit, Osmanlıcılık fikrinin zararlı olduğu kanaatine varmış; Meşrutiyet idaresine ara vermiştir. Yeniden bütün yetkileri kendisinde toplayarak İslamcılık fikrini ön plana çıkarması ve özellikle toplumun temel nüvesini oluşturan Türklerin Osmanlıcılık fikrine sıcak bakmaması bu fikrin öneminin kaybolmasına sebep olmuştur. Bu yıllarda ortaya çıkan tarihi olaylar netice olarak da Osmanlıcılık fikrinin geçersizliğini ortaya çıkaracaktır. Çünkü Osmanlı devletine bağlı tüm azınlıklar teker teker devletten koparak egemenliklerine kavuşmuşlar. Bu fikrin sadece bir ütopya olduğu ortaya çıkmıştır. Trakya ve Balkanlardaki tüm azınlıkların bağımsızlık iddialarını teker teker gerçekleştirmeleri Osmanlıcılık düşüncesinin temel dayanaklarını da tarihe karıştırmıştı.
Abdülhamit’in İslamcılık düşüncesine yönelmesindeki temel sebepleri de Osmanlı devletinin mevcut topraklarında intizam ve iktidar sağlamak gayesine yönelik olduğu söylenebilir.
Dikkat çekici olan İslamcıların ve Batıcıların da Osmanlıcılığı savunuyor olmasıdır. Örneğin; Osmanlıcılığın gerekli bir politika olduğunu savunan İslamcı Süleyman Nazif "Cengiz Hastalığı" adlı makalesinde "Bizim damarlarımızda bugün hususi bir kan vardır ki o da Osmanlı kanıdır" derken; Batıcı Celal Nuri Osmanlıcılığı eleştirenleri kınarken "...Bunun gibi Osmanlıcılık yani anasırın müsavatı siyaseti de bırakılamaz.
Osmanlıcılık fikrinin siyasi ve tarihi anlamda geçersizliğinin ortaya çıkması ile devleti ayakta tutacak yegâne düşünce olarak “ İslamcılık “ anlayışı öne sürüldü. İkinci Meşrutiyetin ilanı ile devletin resmi politikası haline getirilmeye çalışılan İslamcılık düşüncesi ortaya atılmakta biraz geç kalınmış bir politika görüntüsü vermesine rağmen o yıllar için savunulması gereken tek kurtuluş yolu olarak kabul edilebilir.
Hıristiyan tebaanın tamamen devletten kopmasıyla Osmanlı imparatorluğu İslam unsurlarının yaşadığı bu topraklardan ibaret kalmıştı. Bu düşünce devletin bekasını sağlayabilir, hiç olmazsa İslamlara ait bu topraklarda devletin devam edebilmesi için vesile olabilirdi. Osmanlı Devleti çatırdayan haline rağmen 1900 yılların başında hâlâ -Mısır hariç- Mekke ve Trablusgarp’a kadar uzanan geniş İslam coğrafyasına hâkim muazzam bir devlet gibi gözüküyordu. Bu topraklarda yaşayan Müslüman ahaliyi tek bir bayrak altında, bir halife ve devlet egemenliğinde kalmasını sağlayabilmek bu düşüncenin kabul ettirebilmesi ile mümkün olabilirdi.
İslamcılık, Batılı güçlerin özellikle askeri ve ekonomik alanlarda İslam dünyasına meydan okuyuşunun hız kazandığı 18.ve 19.yüzyıllarda Müslüman aydınların aradığı kurtuluş reçetelerinden biri olarak ortaya çıkan. Cemaleddin Efgani, Reşid Rıza, Muhammed Abduh gibi yazarların eserlerinde geleneksel İslam düşüncesi ve anlayışının eleştirisiyle ilk nüvelerini göstermeye başlamıştı. Söz konusu yazarların eserlerinde görülmeye başlanan dindeki doğaüstü bazı ifadelerin "hurafe" ile nitelendirildiği, geleneksel dini otoritelerin önemsizleştirildiği ve dinin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç duyulduğu anlayışı tüm Müslüman ülkelerde yankı bulmaya başlamış, dönemin Osmanlısında da dindarlıklarıyla bilinen bir kısım âlim de bu görüşlerden etkilenmişlerdi. Bunun neticesinde Mehmet Akif Ersoy, Mustafa Sabri Efendi ve daha nice şair, bilgin ve yazar Müslümanlar ile İslamiyet arasındaki ayırımı güçlü bir şekilde vurgulayıp dönemin İslam anlayışının İslam toplumlarını geri bıraktığı şeklinde bir yaklaşımı savunmaya devam ediyorlardı. Osmanlı Devleti, bu yolda İslamlığın da tabii lideri idi. Bu sırada Rus emperyalizmi içinde yutulmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Orta Asya'daki Türk hanları, yardım için Müslüman kardeşlerine başvurdular. Ortadoğu'ya ajan göndererek padişahla ilişki kurdular.
Bu yüzden, yabancı istilâcıları kovmak, imtiyazlarını kaldırmak, gerçek İslam itikadını eski haline getirmek ve bütün Müslümanları meşru hükümdarı halifenin idaresinde tek bir devlet halinde birleştirmek gerekiyordu. Şüphesiz, böyle bir ödev, Osmanlı Devletinin kudretinin çok üstündeydi. Fakat bunu benimsemek II. Abdülhamid’e birçok avantaj sağladı.
Osmanlı İmparatorluğu içinde Müslüman bağlılığını kuvvetlendirmek suretiyle, hürriyetçileri, milliyetçileri, özellikle muhaliflerini sindirme siyasetine başvurdu. Sonra da imparatorluk dışında önemli bir Müslüman kamuoyunun desteğini kazandı. Bu suretle emperyalist devletlerin Müslüman topraklarında karışıklıklar çıkararak, Türkiye’ye karşı birtakım hareketlere girişmelerinin de önlenebileceği ümit ediliyordu. II. Abdülhamid ‘in İslâm birliği siyaseti bir süre başarılı oldu. Cezayir, Mısır, Hindistan, hatta Japonya'da faaliyete geçen özel ajanları, Müslüman kamuoyunu tahrik ederek Osmanlı padişahına yeni destekler sağladılar. 1897 Türk-Yunan savaşının bütün İslam dünyasında uyandırdığı yaygın ilgi, bu faaliyetin bir sonucudur. Bu arada Hindistan, Batı Hint adaları, Türkistan, Madagaskar ve Cezayir'deki Müslümanlar arasında karışıklıklar ve ayaklanmalar çıktı.
ı.Meşrutiyet sırasında, kısmen de olsa bu siyasete devam edilmek istendi. Balkan savaşları süresince ve özellikle, Birinci Dünya Savaşında İslam dünyasının desteğinden yararlanmak yolunda birtakım çabalar sarf edildi. Bu siyasetin başarılı olmadığı gerek savaşlar sırasında, gerek savaşlardan sonraki dönemde açıkça ortaya çıktı.
Panislamizm 19. yüzyılda. Müslüman liderlerinin en çok tuttukları bir görüştür. Bu Müslüman liderlerin başını çektiği Osmanlı sultanı ve Halifesi II. Abdülhamit (1876–1909 hâkimiyet dönemi) Müslüman dünyasında bu görüşü bütün Müslümanlara yaymak için girişimlerde bulundu. Bu konuda ilk adımı Hicaz demiryolunun yapılmasıydı.
Panislamizm’in önde gelen ideologlarından biri Cemaleddin Afgani, yaptığı konuşmalar ve yazdığı kitaplar ile, bu görüşün uzak topraklara da yayılmasını sağladı. Bu görüşün diğer bir ideoloğu ise Abdullah Sahra verdi’dir. Kendisi 1903 yılında Londra'da Pan-islamizm derneğini kurdu. Amaç iki İslami sekte olan Şii ve Sünni’leri birleştirmekti.
( Abdülhamid'in ölmesi (1909) Panislamizm hareketinin gerilemesine neden olmuştur. Abdülhamid'in bütün İslam unsurlarını bir araya getirmede başarısız olması, bu hareketin içinde bulunanları yeni bir arayışa sevk etmiştir. Fakat yapılan arayışların, İslam evrenselliğine uygun olmaması yüzünden, tekrar başarısız olmuştur. Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlının yıkılması ile saltanatın kaldırılmış, ardından da hilafet kurumu feshedilmiştir (1924). İslam dünyasının halifesiz kalması, bundan çok etkilenen Hindistan Müslümanlarını, yeni bir hilafetin kurulması konusunda girişime sevk etmiştir. 1926 yılında Mekke ve Kahire'de hilafet kongreleri yapılmış, fakat hiçbir sonuç çıkmamıştır. İkinci Dünya savaşından sonra, Panislamizm düşüncesi geride kalmış, yerini Neo-Panislamizm almıştı. Amaç, tek bir merkezi kurum altında bütün Müslümanların birleşmesini amaçlayan Panislamizm’den farklı olarak, uluslararası camia çerçevesinde yapılacak faaliyetlerin eş güdümleşmesi Osmanlıcılık düşüncesinin iflası, Arap topraklarında görülmeye başlayan huzursuzluklar, Suudi Arabistan’daki Vahhabi isyanları ve Vahhabilerin Riyat merkezli devlet kurmaları, Irak ve Ürdün deki şeyhlerin isyanları ve İngilizlerle yakın temas içinde olmaları, Osmanlı Devletinin durumu buraların da çok kısa süre içinde elden çıkacağını gösteren belirtilerdi.
Fakat II. Abdülhamit’in İstanbul’dan Bağdat ve Mekke’ye kadar uzanan demir yollarının finansmanını Müslüman ülkelerden aldığı yardım ve hibelerle yaptırtmış olması bile bu politikanın- o zamanlarda- başarı şansının yüksek olduğunu göstermesi bakımından manidardır. 1906. Osmanlılardan boşalmış topraklarda kurulan Arap devletlerinin hep birinci dünya savaşından sonra kurulmuş olması, Trablusgarp savaşında yerli halkın Osmanlıları desteklemesi, İslam birliği düşüncesinin Osmanlı devletini bir müddet daha ayakta tutabilmiş olduğunun somut göstergeleridir.
Fakat tüm gelişmeler Osmanlı Devletinin artık yıkılmakta olduğunu göstermektedir. İşte bu tarihi şartlar Milli Edebiyat hareketinin ve Türkçülük düşüncelerinin de doğmasına vesile olacaktır.
Bu olayları gözlemleyen aydınlar, devletin çeşitli uluslara değil de,”millet-i hâkime” olarak adlandırılan gerçek sahibine; Türk halkına dayanması gerektiği konusunda birleşmişlerdir. “Türkçülük” adına verdikleri bu milliyetçilik eylemiyle aydınlar halka, ulusal kaynaklara, ulusal tarihe yönelmişlerdir. Gerçi bu hareket, belirti bir aşamada, halen günümüzde de yansımalarını gördüğümüz, ”bütün Asya Türklerini, içine alan büyük bir Turan devleti kurma hayali” gibi ırkçı bir niteliğe de bürünmüştür. Bunu Ziya Gökalp” Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan” sözüyle ifade etmiştir. Tanzimat döneminde yapılan dil ve tarih çalışmaları ulusal edebiyat döneminin toplumsal ortamını hazırlamıştır. 1789 Fransız İhtilalinin yaydığı “milliyetçilik” düşüncesi önemin aydınlarını da etkilemiştir. Milli edebiyat döneminin doğuşunda, Mehmet Emin Yurdakul’un, hece ölçüsüyle sade bir dille yazdığı, yurt ve kahramanlık konularını içeren şiirler sanatçılara örnek oluşturmuştur. Tüm bu gelişmeler sonunda Genç Kalemler, Türk Yurdu, Yeni Mecmua gibi dergilerinde, bu dönemin özelliğini içeren şiirler ve teorik yazılar yayımlar. Bunların en önemlilerinden “Genç Kalemler” 1911′de Ali Canip Yöntem, Ziya Gökalp ve Ömer Seyfettin tarafından Selanik’te çıkarılır. Ömer Seyfettin ilk sayısında “Yeni Lisan” adlı imzasız bir yazı yayımlar. Bu yazıda ulusal bir dil ve edebiyatın nasıl oluşturulacağının çerçevesinde çizer.
1911 yılında Selanik’te çıkan “Genç Kalemler” dergisinde Ömer Seyfettin’in “Yeni Lisan” adlı makalesinin yayımlanmasıyla başlar. Millî Edebiyat hareketi öncelikle bir dil hareketidir. Sade Türkçenin bir dava olarak ele alınması ilk kez bu dergide ortaya konulmuştur. “Millî Edebiyat” terimi de ilk defa bu dergide kullanılmıştı. Bu dönem sanatçılarının şiir anlayışıyla, Fecr-i Ati topluluğunun şiir anlayışı birbirinden pek farklı değildir. “Şiir vicdani bir keyfiyettir.” düşüncesinde olan şairleri bireysel konuları işlerler. Daha sonra 1917 yılında yaptıkları bir toplantıda, hece ölçüsünü kullanma, günlük konuşma diliyle yazma noktasında birleşen şairlerin, içerik konusunda her birinin ayrı bir yaklaşımda olduğu gözlenir. Bu dönem sanatçıları Divan edebiyatını, Doğu edebiyatının, sonrasını ise Batı edebiyatının taklitçisi olmakla suçlarlar.
Şiirde daha çok bireysel konulara yönelen bu dönem sanatçıları, roman ve öyküde sosyal meselelere eğilmişler; milliyetçilik düşüncesi, Kurtuluş savaşı gibi konuları ele almışlardır. Konuların İstanbul dışına çıkarılması da bu dönemin belirgin özelliklerindendir. Ayrıca “aşk” bu dönem roman ve hikâyesinin en önemli teması olarak dikkat çeker. Bu eserlerde dil günlük konuşma dilidir.
· Ömer Seyfettin Hayatı Hikayeciliği Eserleri
· Ahmet Hikmet Müftüoğlu Hayatı Edebi Yönü Eserleri
· Ahmet Cevdet Oran ( İkdamcı Cevdet ) Hayatı ve Hizmetleri
· Bursalı Mehmet Tahir Bey Hayatı Eserleri Şiirleri
· Baha Tevfik Hayatı ve Yazarlık Yönleri
· Ali Rıza Seyfioğlu ( 1879- 1958) Hayatı ve Eserleri
· Ali Kemal Hayatı ve İngiliz Muhipliği ( 1867 - 1922 )
· Ali Canip Yöntem ( 1887 - 1967 ) Hayatı , Edebi Kişiliği
· Ziya Gökalp Hayatı ve Eserleri
· Mehmet Emin Yurdakul Hayatı ve Edebi Kişiliği
· Süleyman Nazif Hayatı Edebi kişiliği Eserleri
·
Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.
BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM veya s_kuzucular@hotmail.com