Atlı-göçebe bir hayat yaşayan, avcılık ve akıncılık yaparak hayatlarını sürdüren ve sürekli hareket halinde olan bir milletin edebiyatı da elbette yaşam tarzına uygun olacaktır. İleriki bölümlerde ayrıntılarla açıklayacağımız bu dönem edebiyatının genel karakteristiği dış güçlerle mücadelelere fazlaca yer vermesi, kahramanlık konularını işlemesi, sürdürülen yaşama uygun olarak gelişmesidir. Köprülü’nün de dediği gibi “İslâmiyet’in kabul edilmesi ve yerleşmesinden asırlar sonra bile putperestlik zamanından kalma eski edebî şekillere veya eski mevzûların İslâmî bir renk almıştır.
Atlı-göçebe bir hayat tarzı ile avlanarak ve ani baskınlarda yağma yaparak geçinen ilk Türk boyları kazandıkları zaferlerden ya da büyük avlardan sonra toplu olarak eğlenir, bu eğlenceler sırasında ve matem ayinlerinde –aşağıda özelliklerini ayrıntılarıyla açıklayacağımız- dinî bir hüviyete sahip şairler (Kam, baksı, ozan...) tarafından merasimler, eğlenceler yönetilirdi. Cezbeye giren bu adamların söyledikleri büyük ölçüde kahramanlık şiirleriydi.
Bütün ulusların edebiyatında olduğu gibi, Türk ulusunun da başlangıçtan günümüze süregelen bir sözlü edebiyat geleneği vardır. Sözlü geleneğin ürünlerinin tümü günümüze kalmamıştır, Kaşgarlı Mahmut'un, Divanü Lügat it-Türk ([Türk Dili Sözlüğü) adlı yapıtındaki sözlü edebiyat ürünlerine göre, Türklerde sözlü gelenekte şiir önde geliyordu. "Kam", "baksı", "ozan", "şaman" gibi adlar verilen ilk ozanlar, aynı zamanda "kopuz" denen bir çalgı da çalmaktaydılar. Hekimlik, büyücülük gibi görevleri de olan bu ozanlar, şölen, sığır, yuğ gibi törenlerde görev alıyorlardı. Turfan kazılarında ilk Türk ozanlarından bazılarının şiirleri bulunmuştur. Aprınçur Tigin, Çuçu, Kül Tarkan, Çısuya Tutung, Asıg Tutung, Sungku Seli Tutung, Kalım Keyşi adlı ilk Türk ozanlarının şiirlerinde, genellikle dörtlük nazım birimi, hece ölçüsü kullanılmıştır. Bu şiirlerin dili de "öz Türkçe" dir. Söz konusu şiirlerde "koşuğ", "kojan", "takşut", "ır", "yır", "şlok", "kavi", "basık" gibi adların kullanıldığı dikkati çeker. Sözlü gelenekte oluşan türler arasında, destanlar ilk sırayı alır. Sonra koşuklar (sevgi, doğa güzellikleri, vb. konuları işlerler), sagular (ölen bir kimsenin arkasından söylenen, onun yiğitliklerini, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler) gelir. Kaşgarlı Mahmut'un sözlüğünde, eski Türk atasözleri (sav)örneklerine de rastlanmaktadır. Sözlü gelenekler pek çok biçimsel, bölgesel, vb. değişikliğe uğrayarak günümüze gelmiştir.
Yazılı gelenek ya da yazılı edebiyat: Yazının bulunmasından sonra, sözlü geleneğin yanı sıra, yazılı edebiyat da başlamıştır. Türkçe'de ilk yazılı belgeler, VI. yy'dan kalan Yenisey yazıtları ve VII. yy'dan kalan Göktürk yazıtlarıdır. Bu yazıtlar arasında Kuzey Moğolistan'da bulunan Kültigin yazıtı (dikilişi 732), Bilge Kağan yazıtı (dikilişi 735) ve Tonyukuk yazıtı (dikilişi 720) anı-söylev türünün ilk örnekleri sayılır. Türk toplumunun devlet, toplum, iktisat, siyaset, kültür yaşamlarıyla ilgili bilgiler vermesi açısından büyük değer taşıyan bu yazıtlarda, gelişmiş bir Türkçe kullanılmış olması, yazılı geleneğin daha önceleri başladığı izlenimini uyandırmaktadır, Uygur Türklerinden kalan yazılı ürünler arasında da, Altun Yaruk özel bir önem taşır. Çince'den Türkçe'ye çevrilen bu kitap, buddhacılığın kutsal yapıtlarındandır. Öbür Uygurca öyküler arasında Cestani Bey Hikâyesi, Kutsal Tavşan Hikâyesi, Prens Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi sayılabilir. Dinsel niteliği önde gelen Uygur edebiyatında, çeviriler ağır basmaktadır.
Oğuzlar’ın Ozan dedikleri –sahir-şair’lerdir. Sihirbazlık, rakkaslık, mûsikişinâsilik, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan bu adamların, halk arasında büyük bir yer ve ehemmiyetleri vardı. Muhtelif zaman ve mekânlarda bunlara verilen ehemmiyet derecesi, kıyafetleri, kullandıkları musiki aletleri, yaptıkları işlerin şekli tabiî değişir. Fakat semadaki ma’butlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, fenalıklar, hastalıklar ve ölümler gibi fena cinler tarafından gelen işleri önlemek, hastalıkları tedavi eylemek, bazı ölülerin ruhlarını semaya yollamak, hatıralarını yaşatmak gibi muhtelif vazifeler hep ona aittir. Bütün bu muhtelif işler için tabiî muhtelif ayinler vardı. Bunların bir kısmı unutulmakla yahut şekil değiştirmekle beraber, bir kısmı hâlâ Kırgızlar’da, Altaylar’da, Kazaklar’da yaşamaktadır. Şaman yahut baksı, bu ayinlerde istiğrak hâline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi mûsiki aletiyle çalar, beste ile beraber olan ve sihirli bir mâhiyeti haiz sayılan bu güfteler, Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.”
Abdülkadir İnan XI. yüzyıl tarihçilerinden Gardizi’ye dayanarak, Eski Yenisey Kırgızları’nın şaman ayinlerinde saz çaldıklarını belirtir. Abdülkadir İnan “Bugünkü Kırgız Kazak baksıları kopuz kullanırlar. Eski Oğuzlar’da, İslam’dan sonra, şamanizm geleneklerini devam ettiren ozan’lar kopuzu mübarek saymışlardır. Dede Korkut her hikâyede kopuzu ile meydana çıkıyor, ad verirken, dua (alkış) ederken hep kopuz çalıyor; Oğuz kahramanı kopuzun sesinden kuvvet alarak mücadelede galip oluyor.” der.
Dede Korkut Hikâyelerinde de kopuza ilişkin kutsal davranışların varlığını görüyoruz. “Uşun Koca Oğlu Segrek Boyu” adlı hikâyede: “-Bre kâfir, Dedem Korkut’un kopuzunun hürmetine (adına), çalmadım! dedi, eğer elinde kopuz olmasaydı, ağamın başı için, seni iki parça kılardım! Çekti kopuzu elinden aldı.” diye geçmektedir.
Ozan-baksı geleneği ile bu arada bir ölçüde Tekke tarzında tesirli olurken diğer taraftan yok olmama çabası göstermiş ve kendi kural ve kalıplarını daima sahip olduğu bir esnekliği kullanarak yeni şartlara uydurmuştur. XV. yüzyılda yazıya geçirildiği XI-XII. yüzyıllarda teşekkül ettiği kabul edilen Dede Korkut hikâyelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği ayrıca hikaye kahramanlarının zaman zaman karşılaştıkları olayları ve duygularını anlatmak için sazlarını ellerine alarak deyişler söylemeleri XVI. asırdan günümüze kadar izlediğimiz Âşık Edebiyatından farklı değildir. Ozan-Baksı geleneğinin hususiyetlerinden olan büyücülük, hekimlik, din adamlığı gibi hususiyetler İslamiyet’ten sonra terkedilmiştir. Âşıklar eğitimciliği ve sanat temsilciliğini üstlenmiştir.”
Âşık olarak adlandırılan sanatçı tipi, şiir, nazım ve düz yazı karışımı bir öykü çeşidinin yaratıcısı olarak tanımlanmakta. Boratav: “... Bir yönüyle eski destan (épopé) geleneği sürdüren, ama başka bir yönüyle, adının da belirttiği gibi “sevda şiirleri” (lirik türden şiirler) söylemekle görevlenmiş bir sanatçıdır. Onun yaratıcılığı irtical iledir: Şiiri yazmaz, söyler. Onda şiir müzikten ayrılmaz; demek ki sadece söylemez, çalar ve çağırır. Âşıklar düz konuşma biçiminde söylemekle şiir söylemeyi dilden söylemek ve telden söylemek deyimleriyle ayırırlar. Bununla Âşık’ın şiirini söylerken sözlere eşlik eden müzik aracının, sazın, Âşık’ın şiirlerinden ayrılmaz bir öğe olduğu anlatılmak istenir.”.“Demek ki Âşık şiiri sözlü gelenekte oluşan ve gelişen bir sanattır; müzikten ayrı düşünülmeyeceği, bir kerteye kadar “seyirlik-dramatik” öğeleri olan “katışık” bir anlatı sanatını kapsar.”
Türk sözlü gelenek şiir sanatının oluşmasını, bir gelenek hâlini almasını ve gelişmesini sağlamaktadır. İlk edebî eserlerin tamamen söze dayalı yani sözlü olması, sözle iletişimin yapılmasını yani sözlü gelenek şiir sanatının var olmasını dört ana öğenin olmasına bağlayan Dursun Yıldırım bunları; 1. Söz, 2. Yaratıcı, 3. Musikî, 4. Dinleyici çevre olarak belirtir. (Yıldırım, 1998:180)1
1.Yaratıcı / Anlatıcı / İcracı:
Anlatıcı olarak isimlendirilen ve usta–çırak geleneği dairesinde yetişen bu sanatkârlar, hem kendilerine ait şiir/türküleri hem de usta malı şiir/türküleri icra ederler. Şamanlık dininin rahibi, insanlarla ruhlar arasında vasıtacı olan şamandır. Bunlara kam da denilir. O, kurbanı takdim eder, evi, ölülerin ruhlarından temizler, istek ve şükür dualarının törenlerini yönetir, hakim, falcı, gaipten haber veren birisidir. Bu yüzden halk arasında itibar görürler; fakat sevilmekten çok kendilerinden korkulur.
F.Köprülü, kam, şaman ve baksıların rollerini şöyle açıklamaktadır: “Semadaki mabutlara kurban sunmak, ölünün ruhunu yerin dibine göndermek, hastaları tedavi eylemek vb. bu ayinlerde istiğrak haline gelerek birtakım şiirler okur ve onları kendi musikî aletiyle çalar; beste ile beraber olan ve sihirli bir mahiyete haiz olan bu güfteler Türk şiirinin en eski şeklini teşkil etmektedir.” (Köprülü, 1989:58) Baksılar en eski devirlerde, musikî ile sihir yapar, şiirler terennüm eder, gaipten haber verir, hekimlik ederlerdi. Türk halk şairlerine baksıdan sonra verilen diğer bir isim ise “Ozan”dır. “Oğuzcada halk şairi/musikîşinas manasında kullanılan bir sözdür. Ozanlar hakkında Dede Korkut hikâyelerinde şu malumat verilmektedir: Bunlar hususi bir zümre teşkil ederler. Ellerinde kopuzları ilden ile, obadan obaya gezerler, kopuz eşliğinde Oğuz destanları söylerler.” XV. Asırdan sonra “ozan” kelimesinin yerine Azerbaycan ve Anadolu sahalarında ‘âşık’ kelimesi kullanılmıştır. Bu sahalarda esas anlam unutulduğundan ‘çok söz söyleyen, herze söz söyleyen’ manalarında kullanılmıştır.
Âşıklar/anlatıcılar hem kendi duygu, istek ve arzularına, hem de dinleyicilerin duygularına hitap etmek zorundadırlar. Anlatıcının icra esnasında hafızasında kalıplaşmış metin yerine anlattığı metnin ne olduğuna dair kanaati naklin kolaylaşmasını sağlar. Anlatıcılar hafızalarının yanıldığı durumlarda “telaşlanmadan” irtical güçlerini kullanmaktadırlar.
Gelenek:
Geçmişi özümseyip, referans alıp, geleceği bu temeller üzerine inşa etmek şeklinde değerlendirebileceğimiz gelenek, kolektif ihtiyaçların karşılanmasının bir sonucu olarak sürekliliğini koruyan bir kavramdır. Türk saz şiiri de tarih sahnesine çıktığı dönemden itibaren sözlü kültür ortamında ve bu gelenek içerisinde farklı zamanlarda, farklı mekânlarda, farklı biçimlerde ortaya çıkarak, süreklilik kazanarak devam etmiş ve bugün bazı araştırmacıların endişelenmelerine rağmen kimliğini koruyarak ve gelişerek devam edecektir. Gelenek birdenbire doğmadığı gibi birdenbire de ortadan kalkmaz.
Türkler arasında cemiyetin bütün fertlerinin katıldığı sığır, şölen, yuğ törenlerinde önemli görevler yapan, sözlü geleneğin taşıyıcısı ve yeniden yaratıcısı olan şamanların mesleğe kabul törenleri ile âşıkların âşık olarak seçilmeleri arasındaki benzerliğe dikkat çekerek, şamanların, şamanlık görevlerinin yanında âşıkların görevlerine benzer görevler de üstlendiklerini belirtmektedir. “Çünkü, şamanların görevini daha sonraları devam ettiren çalgıcı hikâyecilerin çalıp çağırmak ve sihirbazlık-şamanlık görevlerini birlikte yürütmeleri bunu göstermektedir.
Prof. Dr. Günay bu gelenek üzere şiirin büyük ölçüde doğmaca yaratıldığını, hafızalarda muhafaza edilip, sözlü şekille yayıldığını, bunun için varyantlaşmanın tüm türlerde olduğunu belirterek, sözlü gelenekte yaşayan şiirlerin kolaylıkla, zaman ve zemine uyma esnekliği ile günümüze kadar geldiğini söylemektedir. Âşık Edebiyatı’nın ilk Türk Edebiyatı temsilcileri olan ozan-bahşi şair tipinin ve bunların mensubu bulunduğu edebiyat geleneğinin Anadolu’da tasavvufî cereyanlar ve tarikat edebiyatlarının da tesiri altında kalarak İslâmî kaidelere uygun yeni bir terkip olduğu hemen hemen bütün araştırmalarca kabul edilmektedir.’’ (Günay 1991 : 8)
Âşıkların mesleğe seçilmeleri de, şamanların şaman olmalarıyla benzerlik göstermektedir. ‘‘Usta âşık, çırak olarak seçeceği kimsede saz ve söz kabiliyeti arar, onu dener sonra da gelenek icabı ona mahlas ‘‘tapşırma’’ verir, böylelikle ustalığını tastik etmiş olur. Gittikleri her yere çıraklarını beraber götürür, çıraklar da ustaları öldükten sonra onların eserlerini çalıp söylerler.
Dinleyici Çevresi-İcra Ortamı:
Atlı -göçebe bir hayat süren Türkler daha önce de belirttiğimiz gibi savaşlarda kazanılan zaferlerden veya avdan sonra törenler yapar; şaman, baksı, kam dediğimiz şairler bu törenlerde kopuz eşliğinde şiirler söyler, raksederlerdi. Dinleyenlerin dikkatlerini çekmek, onlara tesir etmek için Köprülü, bir baksının raks esnasında ağzından köpükler çıkardığını, korkunç hareketler yaptığını, bayıldığını ve seyircileri etkilediğini anlatır.
Dinleyiciler, âşıkların hikâyeyi anlatırken dinleyicilerin sessiz bir şekilde durmalarını istediklerini, âşığın hikâyeye başladıktan sonra kimsenin meclisi terk etmediğini, âşığın meclistekilerle diyalog kurup onları hikâyenin içine çektiğini ve dinleyicilerin âşığı gayrete getirmek için onu yüreklendirici sözler söylerler.
Dinleyiciler istenilmeyen sonuçla bitirilen bir anlatıyı beğenmeyip anlatıcıdan sonucu değiştirmesini istemekte, anlatıcıya ve anlatıya müdahale etmektedirler. Neticede bu ortam belirli bir geleneğin oluşmasına katkıda bulunduğu gibi sözlü kültürün en önemli vasfı olan aktarımın da sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesini sağlamaktadır. Bundan dolayıdır ki kökleri yüzyıllar öncesine giden pek çok kültürel öge günümüze kadar gelebilmiştir. Bu ortam kendiliğinden oluşan samimi, içten, doğal bir mektep hüviyetindedir,
Metin:
Bildiri niteliği olan her şey “metin”dir.3 Metinlerin birçoğunun ise estetik hüviyetleri olduğu gözardı edilmemelidir. Estetik değeri olmayan metinlerin ise, iletişim görevi, onların metin olarak kabul edilmesine engel değildir. Edebî ve estetik bir niteliği haiz metinler olarak kabul edilebilecek saz şairlerinin eserleri, toplum içerisinde sanatkârlık özellikleriyle temayüz etmiş ve usta-çırak geleneği içerisinde sözlü kültür ortamında yetişmiş anlatıcılar tarafından, müzik eşliğinde icra edilirler. (Görkem, 2001:63) Orta Asya bozkırlarında hüküm süren Türklerin, Dursun Yıldırım’ın ifadesiyle alplık dönemi şiirleri bu dönemdeki mücadelelerini, kahramanlıklarını ozanlar destanlaştırıp anlatıyor; dini ayinleri idare edenlerin (Kam, baksı, oyun, ozan), yuğ, sığır, şölen, şeylan, merasimlerinde cezbeye girip terennüm ettikleri şiir veya ilâhîler Türk sözlü gelenek şiir sanatının gelişmesine hizmet ediyordu. Sözlü kültür geleneği içerisinde “anlatıcı” ve “dinleyici”ler tarafından ortak payda olan metin, iletişimi sağlayan en önemli unsurlardandır. Metin, eski Türklerde törenler vasıtasıyla aktarılmaktaydı.
Umumî av (sığır) ayinlerinde de şiirin ve şairin önemli bir yeri olduğunu, avların bol ve bereketli olması için dinî-sihirbâzane şiirler söylendiğini, bunu daha sonra hükümdarların büyüklük ve kahramanlığını bildiren kahramanlık destanlarına dönüştü.
Eğer törenler zafer günlerinden sonra yapılıyorsa daha ziyade kahramanlık, cengâverlik destanları okunurdu. İslâmiyet’ten sonra da bu gelenek İslâmî renge bürünerek gelişir ve Hz. Ali, Hz. Hamza’nın kahramanlıkları, Battal Gazi, Köroğlu hikâyeleri halk arasında yaşamaya başladı.
Bu âyinlerde vücuda gelen eserler, gerek şeylanlardaki kasideler, gerek sığırlardaki destanlar, gerek yuğlardaki mersiyeler -ilk önce dinî bir mahiyeti haiz ve ibadet edilen mabutlara- birer ilâhî iken, yavaş yavaş dinî-sihirbâzane bir mahiyet almış ve nihayet din dışı kalmıştır; eski mabut yerine esatiri kahramanların, onların yerine de hükümdarların ve tarihi kahramanların menkıbeleri terennüm edilmeye başlanmıştır. Eski Türk şiirinde lirizmle, destanî, dramatik unsurlar kaynaşmıştır. “Mesela bir mersiyede yalnız lirizm değil, geniş ölçüde destanî unsur da bulunuyordu.
Musikî: Müzik sözlü kültür ürünlerinin hafızalarda yer edinmesini, kalıplaşmasını ve yayılmasını sağlayan en önemli unsurdur. Türklerde çok eskiden beri kam, baksı, ozanlar şiirlerini söylerken bunları saz özellikle kopuz eşliğinde terennüm ederler, bu durum dinleyici çevresinin, icra anında canlı tutulmasını, söylenenlerin tesirli olmasını sağlaması bakımından önemliydi.
Köprülü, Türk baksı-ozanlarının sagular, destanlar okurken ve dinî ayinleri gerçekleştirirken millî bir musikî aleti olan kopuzu kullandıklarını belirtir:
“Baksı-Şamanların davulu yerine bir nevi keman daha doğrusu baso viyolensel kullanılır ki takriben üç, üç buçuk kadem yüksekliğinde olan bu alete kopuz derler. Başlangıçta kopuz ve türevleri şiire eşlik ederken, zaman içinde müzik aletleri, bağlama, çöğür, ney, mey, kudüm, tambur, kaval, düdük vb. gibi farklılaşmış, fakat şiir hiçbir zaman müzikten ayrılmamıştır.
15.yüzyılda yazıya geçirildiğini bildiğimiz Dede Korkut Hikâyelerindeki ozan tipi ve şiir icra geleneği XVI. yüzyıldan başlayan âşık edebiyatından farksızdır. İlk şairlerin (kam, şaman, baksı,) özelliği olan hekimlik, büyücülük, din adamlığı gibi hususiyetler bırakılmış ama âşık yine önemini muhafaza etmiştir.
Kayıkçı Kul Mustafa , Katib , Erzurumlu Emrah , Erzurumlu Aşık Sümmani , Divriğili Deli Derviş Feryadi , Aşık Yemini Derviş Muhammet ( Malatya- Arguvan) , Aşık Ferrahi , Kağızmanlı Hıfzı , Musa Merdanoğlu , Posoflu Aşık Müdami , Deliktaşlı Ruhsati , Âşık Zülali, Âşık Şenlik, Ercişli Emrah , Âşık Ardanuçlu Efkari, Şarkışlalı Âşık Şarkışlalı Talibi Çoşkun , Kaygusuz Abdal , Kul Himmet Üstadım , Arapgirli Aşık Fehmi Gür, Tokatlı Nuri
Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız Sitemize üye olarak ve bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.
BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM veya s_kuzucular@hotmail.com