Alponse Daudet Altın Beyinli Adam

27.03.2020

 Alponse Daudet  Altın Beyinli Adam
 
 Altın Beyinli Adam adlı öykü Güney Fransa'nın Nimes kentinde1840 yılında  doğmuş olan  Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden on birinci  öyküsü olmaktadır.
 
Değirmenimden Mektuplar   ilk kez 1869 yılında Paris’te Hetzel yayınevi tarafından yayımlanmış daha sonra pek çok dile çevrilen eser dünya edebiyatının en tanınmış öykü kitaplarından birisi haline gelmiştir.
 
Pek çoğu Paris yakınlarındaki Fontvielle’de bulunan eski bir değirmende yazılan bu öyküler konu olarak Fransız kırsal hayatını betimleyen, köylülerin hayatlarını ve yaşadıkları küçük olayları ele alan öyküler olmaktadır.
 
Kitapta yer alan öyküler Fransız köy kültürünü adet, gelenek ve sosyal hayatına dair yazılmış öyküler olmasına rağmen evrensel bir alaka görmüş Daudet bu öyküleri ile dünyanın hemen her ülkesinde tanınan bir öykücü olmuştur.  
 
 
ALTIN BEYİNLİ ADAM MASALI
 
Eğlenceli öyküler isteyen hanıma
Mektubunuzu okurken madam, vicdan azabı duyar gibi oldum. Öykülerimin hep böyle iç kapayıcı şeyler olmasından kendi kendime kızdım. Artık bugün size neşeli, hem de çılgınca neşeli bir masal anlatmayı aklıma koydum.
Öyle ya canım, ne diye üzgün olacakmışım! Paris'in sislerinden bin fersah uzakta, misket şarabıyla dümbelekler diyarında, günlük güneşlik bir tepenin üzerinde yaşıyorum.
Değirmenimin çevresinde güneşle müzikten başka bir şey yok. İskete kuşlarından orkestralarım, suçulluklarından bandolarım var. Sabah oldu mu, kurli kuşları "kurli! kurli!" diye öterler, öğleyin sıra ağustosböceklerinindir. Sonra, fifre çalan çobanlar mı istersiniz, yoksa bağlardan kahkahaları gelen esmer güzelleri mi?.. Doğrusu burası, kara düşüncelere dalınacak yer değil. Hanımlara asıl toz pembe şiirlerle sepet sepet sevgi öyküleri göndermeliydim.
Ama olmuyor! Hâlâ Paris'den kurtulamadım. Her gün, çamlarımın arasında bulunduğum zamanlar bile, Paris'in dert çirkefinden kendimi koruyamıyorum. Şu satırları yazdığım anda bile, zavallı Charles Barbara'nın yoksulluk içinde öldüğünü haber aldım. Bütün değirmen, yas içinde... Kurli kuşlarıyla ağustosböceklerine "hoşçakalın" diyorum!.. Neşeli şeyler düşünecek durumum yok... Đşte madam, bu nedenle size yazmayı tasarladığım o güzelim sevgi öyküsü yerine, yine acıklı bir masal göndereceğim.
* * *
Bir varmış, bir yokmuş, altın beyinli bir adam varmış. Evet, öyle madam, hem de som altından bir beyin. Dünyaya geldiği zaman başı öyle ağır, kafatası öyle kocamanmış ki, hekimler, bu çocuk yaşamaz, demişler.
Demişler ama çocuk yaşamış, güneşte boy atan güzel bir zeytin fidanı gibi gelişmiş. Yalnızca kocaman kafası hep ağır basarmış. Yürürken sağa sola tos vurması, pek acınacak şeymiş... Sık sık düşermiş de. Bir gün sahanlıktan yuvarlanmış ve alnı mermer bir basamağa çarpınca, kafatası, bir maden külçesi gibi "tınnn!" etmiş. Öldü sanmışlar. Ama çocuğu yerden kaldırdıkları zaman, kumral saçlarında donmuş iki üç altın damlasıyla hafif bir yaradan başka bir şey bulamamışlar. Đşte anasıyla babası, oğullarının altından bir beyni olduğunu böylece anlamışlar.
Bu durum öyle gizli tutulmuş ki, zavallı çocuk bile anlamamış; zaman zaman komşu çocuklarıyla kapı önünde oynamasına neden izin verilmediğini sorarmış; annesi de ona:
- Sonra seni çalarlar, elmasım! diye yanıt verirmiş.
Çocukcağız, çalınmaktan pek korkarmış; hiç ağzını açmadan, yalnız başına oynamaya gidermiş, bir odadan öbür odaya, tıpış tıpış, dolaşır dururmuş...
Ancak on sekizine basınca anası babası, kendisine yazgının bağışladığı o olağanüstü nimeti anlatmışlar; bu yaşa dek besleyip büyütmelerine karşılık, altınından birazcık istemişler. Çocuk hiç duraksamamış, hemen o anda, nasıl, neyle bu masalda yok; beyninden ceviz büyüklüğünde bir altın külçesi kopararak, böbürlene böbürlene annesinin ayakları altına atıvermiş... Sonra, kafasında taşıdığı bu zenginlikten gözü kamaşmış, bin bir istekle deliye dönmüş; gücünden dolayı kendinden geçmiş, baba evinden ayrılmış ve diyar diyar dolaşarak hazinesini savurmaya başlamış.
* * *
Sonsuz sınırsız altın harcayarak sürdüğü görkemli yaşama bakılırsa, beyni bitip tükenmeyecek gibi gelirmiş... Ama beyin tükenmekteymiş, beyin tükendikçe de gözlerinin ışığı sönmekte, yanakları çukur çukur olmaktaymış. Sonunda, günün birinde çılgın bir hovardalığın sabahında, zavallı genç şölenin döküntüleri ve sararıp solan avizeler arasında yapayalnız kalınca, altın külçesinde açtığı kocaman gediği görüp ürkmüş, artık uslu oturmak zamanının geldiğini anlamış.
O andan sonra, yeni bir hayata başlamış. Altın beyinli adam, artık dokunmak istemediği bu uğursuz zenginliği unutmaya çalışarak, şeytana uymaktan korkan bir cimri gibi kuruntulu, yapayalnız, bir köşeye çekilip yaşamış... Ne çare ki, sırrını öğrenmiş olan bir dostu, yalnızlık köşesinde de onun peşini bırakmamış.
Bir gece, zavallı adam, korkunç bir baş ağrısıyla sıçrayarak uyanmış, şaşkın doğrulmuş ve ay ışığında, arkadaşını, paltosunun altında bir şeyler gizleyerek kaçarken görmüş... Demek beyninden bir parça daha çalmışlar!..
Bundan bir süre sonra, altın beyinli adam âşık olmuş ve bu kez büsbütün hapı yutmuş... Bütün yüreğiyle sarışın bir kadıncağızı sevmiş, o da onu seviyormuş; ama süsü püsü, beyaz tüylü şapkaları, o güzelim püsküllü potinleri daha çok severmiş.
Bu yarı bebek, yarı kuş, mini minnacık hatunun ellerinde altının eriyip gitmesi bir zevkmiş. Kadının türlü türlü hevesleri varmış, adam da hiçbir zaman "Olmaz!" diyemezmiş; kendisini üzmemek için, sonuna dek zenginliğinin o üzüntü verici gizini saklamış.
Kadın ona:
- Biz çok zenginiz, değil mi? diye sorunca, zavallı adam:
- Elbette çok zenginiz! dermiş. Sonra da kafasını masum masum kemiren bu mini mini devlet kuşuna sevgiyle gülümsermiş. Ama kimileyin korkar, eli sıkı davranmak istermiş; ama tam o sırada kadıncağız, kırıta kırıta kendisine yaklaşır ve:
- Kocacığım, dermiş, bu denli zenginsin, bana pahalı bir şeyler alsana!
Adam da ona pahalı bir şeyler alırmış.
Bu, böyle iki yıl sürmüş, sonunda bir sabah, kadıncağız nedeni bilinmeksizin kuş gibi ölüp gidivermiş... Hazine de suyunu çekmek üzereymiş... Zavallı adam, ne kalmışsa onunla sevgili karısına pek güzel bir cenaze töreni düzenlemiş. Çanlar çalınmış, cenaze arabası karalara bürünmüş, atlar süslenmiş, kara kadifelere göz yaşı gibi gümüşten süsler asılmış. Adamcağız, ne yapıldıysa az görmüş. Altına artık kim bakar ki! Kiliseye vermiş, cenazeyi götürenlere vermiş, çelenk satanlara vermiş; hiç pazarlık etmeden, her isteyene vermiş... Öyle ki, mezarlıktan dönüşte, bu olağanüstü beyin hemen hemen boşalmış; ancak kafatasının dibinde, birkaç parçacık altın kalmış.
Kendisini, sarhoş gibi ellerini uzatarak, yalpa vura vura, sokaklarda dolaşır görmüşler. Akşam olup da mağaza vitrinleri aydınlanınca, top top kumaşlarla türlü türlü süslerin ışıklar içinde pırıl pırıl yandığı bir camekânın önünde durmuş. Kenarlarında kuğu tüyleri bulunan mavi satenden bir çift kadın ayakkabısına hayran hayran bakakalmış. Kendi kendisine "Bunlar bizimkinin hoşuna gider!" diyerek gülümsemiş. Karıcığının öldüğünü unutarak, ayak kapları satın almak için mağazaya dalmış.
Satıcı kadın, dükkânının arka tarafındayken, ürkünç bir çığlık duymuş ve hemen koşmuş. Bir de ne görsün? Bir adam, ayakta tezgâha dayanmış, acılar içinde, alıklaşmış bir tavırla kendisine bakıyor. Bir eliyle kuğu tüylü mavi ayakkabıları yakalamış, kan içinde olan öbür eliyle de, tırnaklarının ucuna yapışmış birkaç altın zerresini uzatıp duruyor. İşte, madam, altın beyinli adamın masalı.
* * *
Bir masala benzemesine karşın, bu olay başından sonuna dek gerçektir. Bu dünyada beyinlerini harcayarak yaşamaya mahkûm öyle zavallılar vardır ki, en küçük gereksinmelerini bile, özlerinin ve iliklerinin o katışıksız altınıyla öderler. Bu, onların günlük acısıdır. Sonra bir gün, acı çekmekten de bıkıp usanınca...

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar