Portakallar Öyküsü ve Alponse Daudet

28.03.2020

 Portakallar Alponse Daudet
 
Fransızların ve tüm Dünya edebiyatının en önemli öykü yazarlarından biri kabul edilen  Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden  birisi de yazarın Portakallar adlı öyküsü olmaktadır.
 
Yazar Değirmenimden Mektuplar    adlı öykü kitabını Paris’te olan abisinin yanına taşındıktan,  evlendikten ve işlerini yoluna koyup Paris yakınlarındaki Fontvielle’de bulunan eski bir değirmeni satın alıp o değirmeni bir sayfiye evi olarak kullanmaya başladıktan sonra yazmaya başlamıştır. Daudet’in bu öyküleri soyluların hayatlarını anlatan Fransız klasiklerinden farklı olarak sıradan halkın ve köylülerin 19. Yy daki hallerini, adetlerini, geleneklerini kısaca sosyal ve kültürel dünyalarını anlatan bir eser olmaktadır.  Daudet bu eserinde alışılmadık bir yol izlemiş, içinde aristokratların, asillerin, kraliyete yakın kişilerin olmadığı bir ser vücuda getirmiştir.  Yazılan bu öyküler konu olarak Fransız kırsal hayatını betimleyen, köylülerin hayatlarını ve yaşadıkları küçük olayları ele alan öyküler olmaktadır.
 
Pek çoğu Paris yakınlarındaki Fontvielle’de bulunan eski bir değirmende yazılan bu öyküler konu olarak Fransız kırsal hayatını betimleyen, köylülerin hayatlarını ve yaşadıkları küçük olayları ele alan öyküler olmaktadır.
 
Değirmenimden Mektuplar   ilk kez 1869 yılında Paris’te Hetzel yayınevi tarafından yayımlanmış daha sonra pek çok dile çevrilen eser dünya edebiyatının en tanınmış öykü kitaplarından birisi haline gelmiştir.
 
Sabri Esat Siyavuşgili’n çevirmeni olduğu  bu öyküler onlarca yıldır defalarca basılmıştır.
 
 
 
PORTAKALLAR
 
FANTEZİ
 
Paris'deki portakallarda, ağacından düşüp de yerden toplanmış yemişlerin acıklı görünümü vardır. Kara kışın ortasında, buraya geldiklerinde parlak kabuklarıyla, bizimki gibi ılımlı tatlara alışık ülkeler için aşırı kokularıyla, tuhaf, biraz da derbeder görünürler. Sisli gecelerde, küçük el arabalarına yığılarak, üzgün üzgün, yaya kaldırımları boyunca sıralanırlar. Arabaların gürültüsüne, atlı otobüslerin patırdısına karışan tekdüze ve ipince bir ses onlara yoldaşlık eder:
 
- İki meteliğe Valensiya portakalı!
 
Parislilerin dörtte üçü, uzaklardan toplanmış, üzerinde ağacından yalnızca bir ince yeşil sap kalmış, yuvarlaklığı pek gözü almayan bu yemişi, şekerleme türünden bir şey sayarlar.  Yumuşak kâğıtlara sarılmış olması, bayramlara, şenliklere karışması, bu duyguyu uyandırır. Özellikle ocak ayı yaklaşınca, sokaklara dağılan binlerce portakal, kaldırım kıyılarındaki pis suya karışıp sürüklenen bütün o kabuklar, yapma meyvalarla dolu dallarını Paris'in üzerine silkivermiş görkemli bir Noel ağacını anımsatır. Hiç bir köşe bucak yoktur ki, onlara rastlanmasın. Mostralıkların aydınlık camekanında seçme ve süslüdürler; hapishanelerle hastanelerin kapılarında, bisküvi paketleriyle elma yığınlarına karışırlar; baloların, pazar günü tiyatro ve eğlence yerlerinin girişinde bulunurlar. O nefis kokuları, havagazı kokusuna, çalgı gürültüsüne, paradideki sıraların tozuna karışır. Artık o dereceye gelinir ki, portakal yetiştirmek için portakal ağacına gerek olduğu bile unutulur. Çünkü yemişi bize dosdoğru güneyden sandık sandık gelirken, budanmış, biçimi değişmiş, kılık değiştirmiş ağacı da, kışı geçirdiği sıcak limonluktan parkların açık havasına çıkarak şöyle bir görünür ve yine yiter.
 
Portakalın ne olduğunu hakkıyla bilmek için, onu yurdunda, Balear adalarında, Sardunya'da,
Korsika'da, Cezayir'de, Akdeniz'in yaldızlı mavi havasında, ılık ikliminde görmeli. Şu anda
Blidah'nın hemen yanı başındaki bir portakal bahçesini anımsıyorum. Đşte portakalın güzelliği oradaydı. Koyu renkli, parlak, cilalı yaprakların arasından meyveler, renkli camlar gibi parıldıyor ve çevredeki havayı, parıl parıl çiçekleri çevreleyen o görkem aylasıyla yaldızlıyordu.
Şurada burada, bahçenin seyrek yerlerinden, dalların arasından, kasabanın kale duvarları, bir caminin minaresi, bir türbenin kubbesi ve en üstte de, Atlas dağının, etekleri yemyeşil, yukarıya doğru dalga dalga, öbek öbek düşmüş parçalarla, tepesi beyaz bir kürke bürünmüş gibi karla örtülü dev kütlesi görünüyordu.
 
Oralarda bulunduğum sıralarda bir gece, otuz yıldan beri görülmemiş bilmem hangi olağanüstü durumun etkisiyle, gökyüzünün o karlı kış bölgesi gelip uykuya dalmış kasabanın üstünde bir silkindi ve Blidah, değişmiş, beyazlara bürünmüş olarak uykusundan uyandı. Bu pek hafif, pek saf Cezayir havasında kar, sedef tozuna benziyordu. Bu karda, bir beyaz tavusun tüylerindeki pırıltılar vardı. Hele portakal bahçesinin güzelliği!.. O sağlam yapraklar üstünde kar, parlak tepsiler üzerinde buzlu şerbetler gibi el değmemiş ve dimdik duruyordu; kırağıya bulanmış bütün yemişlerde olağanüstü bir tatlılık, saydam beyaz tüllere sarılmış altın külçelerinden geliyormuş gibi ürkek bir pırıltı vardı. Bu görünüm bana bir kilise törenini, danteladan cüppelerin altına giyilmiş kırmızı rahip giysilerini, mihrabın tenteneye sarılmış yaldızlarını anımsatır gibi oluyordu.
 
Ama bende portakallarla ilgili en güzel anı, Ajaccio çevresindeki Barbicaglia'dan, sıcaklar bastırınca öğle uykusu çekmeye gittiğim o büyük bahçeden kalmıştır. Orada Blidah'dakilerden daha seyrek dikilmiş, daha boylu portakal ağaçları, ta yola dek uzanıyordu. Bahçeyi yalnızca yeşil bir çitle bir hendek, yoldan ayırmaktaydı. Yolun hemen öbür yanı denizdi, uçsuz bucaksız, masmavi bir deniz... Bu bahçede ne hoş saatler geçirdim, bilseniz! Çiçek açmış ve meyva vermiş portakal ağaçları, başımın üstünde buram buram tüterdi. Ara sıra olgun bir portakal,  birdenbire dalından koparak, sanki sıcaktan ağırlaşmış gibi yankısız, kof bir gürültüyle yanı başıma düşerdi. Şöyle elimi bir uzattım mı, tamam. Bunlar, içleri kan kırmızı, çok güzel portakallardı. Nasıl da lezzetliydiler; sonra ufuk nasıl da güzeldi. Yapraklar arasından, havanın buğusu içinde denizin kırık cam parçaları gibi göz kamaştıran mavilikleri görünürdü. Bir de, suların pek uzaklara dek havayı sarsan kımıldanışı, insanı kayıktaymış gibi sallayan o tekdüze fısıltı, sıcak, portakalların kokusu... Ah bilseniz, Barbicaglia bahçesi, uyumak için ne hoş yerdi!
 
Ama kimileyin uykumun en tatlı yerinde trampet gürültüsüyle sıçrayarak uyanırdım. Gürültüyü yapanlar, aşağıda, yolun üstünde eğitime gelen zavallı trampetçilerdi. Çitin aralıklarından trampetlerin bakır kasnaklarını, kırmızı pantolonların üzerine geçirilmiş uzun beyaz önlükleri görürdüm. Zavallılar, tozlu yolun acımadan yansıttığı göz kamaştırıcı ışıktan biraz olsun kaçınmak için, duvarın dibine, çitin daracık gölgesine sığınırlardı. Aman ne trampet çalıştı o.
Kim bilir, susuzluktan nasıl da bağırları yanardı. O zaman kendimi uyuşukluktan zorla kurtarıp, yanı başımda yerlere sarkan o kırmızı altın rengindeki nefis yemişlerden birkaçını onlara fırlatmaktan zevk alırdım. Nişan aldığım trampetçi, portakal düşünce trampet çalmayı keserdi.
Bir dakika duraklar, önünde hendeğe yuvarlanan nefis portakalın nerden geldiğini görmek için çevresine bir göz atardı; sonra, çabucak portakalı yakalar ve kabuğunu bile soymadan hemen dişlemeye başlardı.
 
Yine, Barbicaglia'ya bitişik, arada yalnızca alçak bir duvar bulunan oldukça garip, küçük bir bahçeyi anımsıyorum. Bulunduğum yer yüksekçe olduğu için, burasını olduğu gibi görebiliyordum. Bahçe, orta halli, akıllı uslu bir zevkle düzenlenmiş küçük bir yerdi. Đki yanına pek yeşil şimşir fidanları dikilmiş ve üstüne sarı kum döşenmiş daracık yollarıyla, kapısındaki iki servi ağacıyla, bir Marsilya köşkünü andırıyordu. Gölgeden iz yoktu. Dipte, zemin hizasında bodrum delikleriyle, beyaz taştan bir yapı vardı. Önce burasını, bir yazlık ev sanmıştım; ama daha iyi bakınca, çatısındaki haçtan, uzaktan yazısını sökemediğim taşa kazılmış bir yazıttan burasının bir Korsikalı aile mezarı olduğunu anladım. Ajaccio'nun çevresinde, çepeçevre, her biri özel bir bahçenin içinde, böyle birçok türbecik vardır. Her aile, pazarları buralara gelip ölülerini ziyaret eder. Böyle olduktan sonra ölüm, mezarlıkların karışıklığı, kalabalığı düşünülürse, daha az korkunç geliyor. Buraların sessizliğini ancak dostların ayak sesleri bozar.
 
Bulunduğum yerden, aydınlık yüzlü, yaşlı bir adamın, iki yanı şimşir dikili bahçe yollarında dingin bir edayla, tin tin dolaştığını görüyordum. Bütün gün ağaçları buduyor, toprağı belliyor, suluyor, solmuş çiçekleri titiz bir özenle koparıp atıyordu; sonra güneş batarken, ailesinin ölülerinin yattığı türbeye giriyor; beli, tırmıkları, kocaman bahçe kovalarını yerli yerine koyuyordu. Bütün bu işleri bir mezarlık bahçıvanının dingin ve sessiz tavrıyla görüyordu. Ama yine bu babacan adam, pek de ayrımına varmadan, sanki dinsel bir saygı içinde çalışıyor, birini uyandırmaktan korkuyormuş gibi gürültü etmemeye dikkat ediyor ve her kezinde türbenin kapısını yavaşça kapatıyordu. O gösterişli sessizlik içinde bu küçük bahçenin bakımı, bir kuşun bile rahatını kaçırmıyor ve komşuluğu, insana üzünç vermiyordu. Yalnızca, deniz insana daha geniş; gökyüzü daha yüksek görünüyor ve bu sonsuz uyku, yaşam doluluğuyla ruhu şaşırtan ve ezen doğanın içinde, bütün çevresine sonsuz bir dinlenme duygusunu sindiriyordu.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar