Gümrük Kolcuları Öyküsü Metni ve Alponse Daudet

20.03.2020

 
 
 
Gümrük Kolcuları  Öyküsü Metni ve Alponse Daudet 
 
 
 
Gümrük Kolcuları adlı öykü Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden yedinci öyküsü olmaktadır.
 
A.Daudet, Paris yakınlarında Fontvielle’de modern  un fabrikaları yüzünden kapanan eski değirmenlerden birisini satın alarak tatil günlerini bu değirmende geçirmeye başlamış, bu köye ve değirmene gidip gelirken  görüp , duyup, şahit olduklarını kırsal hayatın adet, gelenek ve sosyal hayatını tasvir edecek şekilde hikayeler haline getirmişti.  Daudet  bu köye ve değirmene atlı arabalar ile geliyor,  köye gelip giderken veya değirmeninde kalırken köylülerle tanışıyor;  onlardan dinlediği hikâyeleri, gördüklerin, yaşadıklarını ve şahit olduklarını öykü şeklinde kaleme alıyordu.
 
Fakat yazarın içerisine aldığı bu öykülerden bazıları da bu yıllarda bir ara gidip geldiği Kosika gezisi ile de ilgili olmaktadır. Değirmenimden Mektuplar adlı eserinde Korsika ve Lavezzi adalarında görüp yaşayıp ve derlediği öyküleri de bulunur. Yazarın “Gümrük Kolcuları” adlı öyküsü de Lavezzi adaları ile ilgili bir öyküsü olmaktadır.  Sanguinaires Deniz Feneri , Sémillante’in Can Çekişmesi adlı öyküleri de Korsika ve Lavezzi’deki gezisi ile ilgili öyküleri olmaktadır.
 
 
GÜMRÜK KOLCULARI
 
Lavezzi Adalarına o üzücü gezide bindiğim Emille adlı gemi, Porto-Vecchio'ya bağlı köhne bir gümrük teknesiydi, yarı güverteli, rüzgârdan, dalgalardan ve yağmurdan korunmak için, ancak bir masayla iki yatak alabilecek genişlikte, bir tek katranlı başaltısı bulunan bir gemi. Fırtınalı günlerde, tayfanın durumu görülecek şeydi. Yüzleri su içinde kalırdı; sırsıklam olmuş ceketlerinin, kazana konmuş çamaşır gibi dumanı tüterdi. Bu zavallılar, kara kışta, bütün günlerini, bütün gecelerini, ıslak sıraların üzerine büzülerek, bu insanı hasta eden rutubet
içinde titreşmekle geçirirlerdi. Çünkü gemide ateş yakılamazdı ve kıyıya kapağı atmak da, çoğu kez pek güç olurdu... Ama yine de, içlerinden bir teki bile durumundan yakınmazdı. En kötü havalarda, onlarda aynı boyun eğişi ve aynı neşeyi gördüm. Ne de olsa, bu deniz kolcularının yaşamı pek hüzünlü!
 
Hemen hemen hepsi de evli, karada çoluk çocukları var; ama kimi zaman aylarca, bu baş
ağrıtıcı kıyılarda volta vurdukları olur. Bütün yiyecekleri, biraz küflü ekmekle yaban soğanından başka bir şey değildir. Et, şarap hak getire. Yılda kazandıkları beş yüz frankla ete, şaraba para mı yetişir? Yılda beş yüz frank! Kıyı boyundaki kulübelerinin durumunu, çocuklarının yalınayak dolaşıp dolaşmadığını artık siz düşünün! Ama ne çıkar? Hepsi de durumundan hoşnut görünüyor. Başaltının önünde yağmur suyuyla dolu kocaman bir varil bulunur, gemiciler oradan su içerler. Bu zavallıların, son yudumu içip bitirdikten sonra, taslarını silkerek öyle keyifle bir "Oh!" deyişleri vardır ki, bu "oh," o keyfin hem gülünç, hem de dokunaklı bir anlatımı...
 
Hepsinin en şeni, durumundan en hoşnut olanı, Palombo dedikleri yağız ve bodur bir
Bonifaciolu idi. Palombo'nun işi gücü, en azgın havalarda bile şarkı söylemekti. Dalgalar ağır
bastığı, alçalan gökyüzünden ince ince dolu yağdığı zaman herkes, orada, kulak kirişte, el
yelken ipinde, rüzgârın nereden geleceğini gözlerken, bütün gemi halkının bu büyük sıkıntısı ve derin sessizliği içinden bizim Palombo'nun rahat rahat şarkı söylediği duyulurdu.
 
Olur mu hiç, efendim;
Bu ayrıcalık benim...
Köyünden ayrılamaz;
Uslu kızdır Lisette'im...
 
Đsterse bora kopsun, bütün direklerle yelkenler inim inim inlesin, gemi bocalasın dursun, içine su dolsun; vız gelir... Bizim kolcunun şarkısı bir kez başladı mı, dalgaların ucunda batıp çıkan bir martı gibi yolunu sürdürür. Kimileyin rüzgârın sesi bastırınca sözcükler işitilmez olur, ama iki dalga arasında şıpır şıpır damlayan suların içinden, yine ünlü nakarat çıkagelir:
 
Köyünden ayrılamaz;
Uslu kızdır Lisette'im...
 
Ama bir gün, rüzgârlı ve yağmurlu bir gün, Palombo'nun sesi çıkmadı. Bu öyle garibime gitti ki,başaltından seslendim:
- Hey, Palombo, artık şarkı yok mu?
 
Palombo yanıt vermedi. Sırasının üstüne uzanmış, kıpırdamadan yatıyordu. Kendisine yaklaştım; dişleri birbirine çarpıyor, bütün vücudu ateşten zangır zangır titriyordu. Arkadaşları
bana üzgün üzgün:
- Pountoura'sı tuttu! dediler.
Pountoura dedikleri şey, bir sırt ağrısı, yani zatülcenptir. Bu geniş kurşuni gökyüzü, bu sırsıklam kayık, yağmur altında fok derisi gibi parıl parıl eski bir kauçuk pelerine sarınmış bu zavallı hasta, ömrümde gördüklerimin en üzücüsüydü. Bir süre sonra, bir yandan soğuk ve rüzgâr, bir yandan da geminin sarsıntısı, hastalığı büsbütün artırdı. Sayıklamalar başladı.
Karaya yanaşmak gerekti.
Epey çabaladıktan sonra, akşama doğru, ancak birkaç deniz kuşunun havada çizdiği dairelerle şenlenen çorak ve ıssız küçük bir limana girebildik. Çepeçevre kumsalda büyük ve yalçın kayalar, birbirine kenetlenmiş, koyu yeşil, mevsimi belli olmayan ağaççıklar yükseliyordu.
 
Aşağıda, deniz kıyısında kül rengi pancurlarıyla beyaz bir ev... Burası gümrüktü. Bu ıssızlığın ortasında, bir üniforma kasketi gibi üzerine numara yazılmış bu devlet yapısının korkunç ve sıkıcı bir görünümü vardı. Zavallı Palombo'yu oraya indirdiler. Doğrusu bir hasta için pek
sıkıntılı bir yer!.. Gümrük memurunu, ateşin karşısında, çoluk çocuğuyla, yemek yerken bulduk. Hepsinin yüzü soluktu, sıtmadan büyümüş gözlerinin çevresinde halkalar oluşmuştu.
Gümrükçünün oldukça genç olan karısı, kollarında yavrusuyla bizimle konuşurken tir tir titriyordu.
Denetmen bana yavaşça:
- Burası pek kötü bir yerdir, dedi. Her iki yılda bir buraya yeni bir memur göndeririz. Sıtma hepsinin kanını kurutur.
Hastaya hekim getirmek gerekiyordu. Buraya en yakın hekim, Sartène'de, yani altı yedi fersah uzaktaydı. Ne yapmalı? Bizim gemicilerin durumu bitikti. Çocuklardan birini göndermek de olmazdı; Sartène epey uzaktı. O sırada kadın, pencereden sarkarak dışarıya seslendi:
 
- Hey Cecco! Cecco!...
 
İçeri uzun boylu, iri yarı, koyu renkte yün külahı ve keçi kılından yamçısıyla tam bir kaçakçı ya da eşkıya kılıklı bir delikanlı girdi. Karaya indiğimizde onu kapının önünde oturmuş, ağzında kırmızı piposu, bacakları arasında bir tüfekle görmüştüm. Ama, bilmem neden, bizi görür görmez ortadan yitmişti. Belki yanımızda jandarma var sanmıştı. İçeri girdiğinde, gümrükçünün karısı biraz kızarır gibi oldu. Bize:
 
- Amcamın oğlu, dedi. Korkmayın, fundalıklar arasından da yolunu bulur o.
Sonra hastayı göstererek, kulağına bir şeyler fısıldadı. Adam yanıt vermeden başını eğdi, çıktı, ıslıkla köpeğini çağırdı; tüfeği omzunda, kayadan kayaya sıçrayarak gözden yitti.
Bu sırada, denetmenden ödleri kopmuşa benzeyen çocuklar, kestaneyle "brucio"dan (*) oluşan yemeklerini ivedi bitirmekteydiler. Sofrada sudan başka bir şey yoktu. Bir parçacık şarap olsaydı, bu çocuklara nasıl da yarardı! Ah yoksulluk! Sonunda anneleri, onları yatırmaya götürdü. Babaları, fenerini yakarak kıyı boyunu şöyle bir dolaşmaya yollandı. Biz de ateşin karşısında, sanki hâlâ denizdeymiş de dalgalarla sallanıyormuş gibi döşeğin üstünde çırpınıp duran hastamızın baş ucunda kaldık. Ağrısını biraz olsun dindirmek için tuğla ısıtıp böğrüne koyuyorduk. Bir iki kez, yatağına yaklaştığımda zavallı beni tanıdı ve teşekkür etmek için, bin bir güçlükle elini, pörtük pörtük ve ateşten çıkardığımız tuğlalar gibi hummalar içinde yanan elini uzattı...
 
Üzücü bir gece, kısacası! Dışarıda gün batar batmaz, hava yine bozmuştu; bir gümbürtüdür, bir köpüklenmedir, suyla kayalar arasında bir cenkleşmedir gidiyordu. Zaman zaman enginden  gelen bir rüzgâr, körfeze dek sokuluyor ve bütün evi sarsıyordu. Bunu alevlerin birdenbire yükselmesinden duyumsuyorduk. Ansızın kıvılcımlanan ateş, bir an, ocağın çevresinde sıralanmış, enginlere ve engin ufuklara alışkanlığın verdiği o anlatım durgunluğuyla ateşi seyreden gemicilerin donuk yüzlerini aydınlatıyordu. Kimi zaman da Palombo, hafif hafif inliyordu. O zaman bütün gözler, zavallı arkadaşın, kimsesiz ve yardımsız can çekişmekte olduğu karanlık köşeye çevriliyor, göğüsler kalkıp iniyor, derin derin iç çekmeler duyuluyordu.
 
Kendi talihsizliklerinin, bu sabırlı ve sessiz deniz işçilerinin yüreğinden koparabildiği şey, işte
buydu. Ama yok, aldanıyorum. İçlerinden biri, ateşe çalı çırpı atmak için önümden geçerken,
bana yavaşça, üzüntülü bir sesle:
- Ah efendim, dedi, kimi zaman şu işte çok sıkıntı çektiğimiz olur!..

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar