Yaşlılar Öyküsü Alponse Daudet

22.03.2020
 
Yaşlılar  Alponse Daudet 
 
 
 
Yaşlılar adlı öykü Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden dokuzuncu öyküsü olmaktadır.
 
Paris’te yaşayan A.Daudet, Paris yakınlarında bulunan Fontvielle’de  un fabrikalarının modernleşmesi sonrasında kapanan eski değirmenlerden birisini satın alarak Paris’te sıkıldığı zamanlarda bu değirmene gelerek tatil günlerini bu değirmende geçirmeye başlamıştı.
 
Daudet, satın aldıktan sonra biraz düzenleyerek içinde yaşanabilir hale getirdiği bu değirmene atlı arabalar ile gidip geliyor, gidip gelirken de birçok insanla tanışıyor ve onlardan çeşitli öyküler dinliyordu. ,Bir vakitler bir çok değirmenin olduğu bu köyde Daudet  köye ve değirmene gidip gelirken  yörede yaşayan bir çok insanla tanışmış ve yörede anlatılan hikayeleri de dinlemiş, kendisi de kırsal hayta dair bir çok olaya şahit olmuştu. Tüm bunları hkayelerhaline getiren Daudet bunları bir kitap haline de getirip bastırmış, Değirmenimden Mektuplar   adını taşıyan bu kitap ilk kez 1869 yılında Paris’te Hetzel yayınevi tarafından yayımlanmıştı.
 
Fransız köy kültürünü adet, gelenek ve sosyal hayatını tasvir eden bu hikayeler evrensel yanları ile de tüm dünyada da çok sevilmiş, dünya edebiyatının başlıca klasik hikaye kitaplarından birisi olmuştur.
 
 
 
 
YAŞLILAR
 
 
- Azan Baba, mektup mu var?
- Evet, efendim, hem de Paris'ten!
 
Mektubun Paris'ten gelmesi, bizim Azan Babacığın koltuklarını kabartmıştı... Oysa ben.. içime öyle doğuyordu ki, Jean-Jacques Sokağı'ndan kalkıp gelen bu Parisli konuğun böyle ansızın, sabah sabah masamda karar kılması, bütün günümüzü zehir edecekti. Nitekim aldanmamışım, işte bakın:
 
"Senden bir dileğim var, dostum. Bir gün için şu değirmenini kapa da, hemen Eyguières'e gidiver... Eyguières, sizin değirmenden topu topu üç dört fersah ötede, büyücek bir köydür, senin için bir gezinti olur. Oraya varınca, Yetim Kızlar Manastırı'nı sorarsın. Manastır'dan sonra gelen ilk ev kurşuni panjurlu, alçacık bir evdir; arkasında da küçük bir bahçesi vardır. Kapıyı çalmadan içeri gir. Aslında kapı her zaman açıktır. Girer girmez de var gücünle, şöyle bir seslen: "Merhaba yahu! Ben Maurice'in arkadaşıyım!" İşte o zaman karşında, büyük koltuklarının içine gömülmüş iki yaşlının, hem de adamakıllı yaşlı iki pinponun, sana kollarını açtıklarını göreceksin. Onları benim yerime, kendi anan babanmış gibi bütün sevginle kucakla!
 
Sonra dereden tepeden konuşursunuz; sana incir çekirdeği doldurmayan bir sürü şey anlatırlar. Gülmeden dinlersin. Sakın güleyim deme, e mi? Onlar benim büyükannemle büyükbabamdır. Bütün hayatları benim. On yıldan beri de beni görmediler. On yıl bu, dile kolay! Ama ne yaparsın, ben Paris'ten çıkamıyorum; onlar da pek yaşlı... Öyle yaşlı ki, beni görmeye kalkışacak olurlarsa, yarı yolda kalıverirler... Bereket versin, sen oradasın, benim sevgili değirmencim! Zavallılar, seni kucaklamakla, biraz da beni kucaklamış olacaklar... Ben kendilerine birkaç kez ikimizden ve aramızdaki dostluktan..."
Hay Tanrı hak ettiğini versin bu dostluğun! O sabah da hava olağanüstü güzeldi; güzeldi ama, yollara düşmenin hiç de sırası değildi. Öyle mistral, öyle güneş vardı ki, tam bir Provence havası, kısacası. Şu yezit mektup gelmeden önce, iki kaya arasında kendime bir köşe peylemiştim bile. Bütün günümü, tıpkı bir kertenkele gibi, ışığı içmekle, çamların fısıltısını dinlemekle geçirmeyi aklıma koymuştum. Ama ne yaparsın? Söylene söylene değirmeni kapadım, anahtarı kedi deliğinin altına koydum, sopamla pipomu yakaladığım gibi, haydi yola..
.
Saat iki sularında Eyguières'e vardım. Köy bomboştu, herkes tarladaydı. Yolun iki yanında, tozdan apak kesilmiş karaağaçlarda ağustos böcekleri, Grau'nun göbeğindeymişler gibi ötüşüp duruyorlardı. Gerçi belediye alanında güneşlenen bir eşekle kilisenin çeşmesinde küme küme güvercinler vardı ama, bana Yetim Kızlar Manastırı'nı gösterecek bir tek insana rastlamadım.
 
Allahtan, birdenbire kapısının önünde yün eğiren buruşuk bir acuze ortaya çıkıverdi. Kendisine nereyi aradığımı söyledim. Belki de büyücülükte yaman bir acuze olacak ki, örekesini kaldırır kaldırmaz, Yetim Kızlar Manastırı, ne sihirdir ne keramet, karşıma çıkıverdi... Burası, gotik biçimindeki büyük kapısının üstünde kırmızı taştan köhne haçı ve haçın çevresinde birkaç Latince sözcükle böbürlenen kapanık ve kapkara bir yapıydı. Bu yapının yanı başında daha küçük bir ev gördüm. Kurşuni pancurlu, bahçesi de arkasında...
Hemen tanıdım ve kapıyı çalmadan içeri daldım. Bu serin ve sessiz uzun koridoru, pembeye boyanmış duvarı, dipte açık renk bir perdenin ardında titreyen küçücük bahçeyi, kaplamalar üstündeki çiçek resimleriyle madalyon biçiminde solmuş betimleri, ömrüm oldukça unutamam artık. Bana Sedaine zamanındaki bir bailli evine giriyormuşum gibi geldi...
Koridorun sonunda, solda, aralık bir kapıdan büyük bir duvar saatinin tik takıyla bir çocuk sesi duyuluyordu. Belki de bu, bu bir okul çocuğuydu, heceleye heceleye bir şeyler okuyordu:
 
"O... za... man... Saint... I... ré... née... hay... kır... dı... Ben... Tan... rı... nın... kur... ba...
nı... yım... Bu... hay... van... la... rın... diş... le... riy... le... par... ça... lan... ma... lı... yım..."
Yavaşça kapıya yaklaştım ve içeri baktım.
 
Küçük bir odanın sessizliği ve alacakaranlığı içinde, yanakları pembe pembe, parmaklarının ucuna kadar kırışık içinde bir yaşlı adamcık, koltuğuna gömülmüş, elleri dizlerinde uyuyordu. Dizinin dibinde, maviler giymiş (kocaman bir pelerin ve küçücük bir yemeni; anasız babasız kızların kılığı) küçük bir kız çocuğu, kendisinden daha büyük bir kitaptan Saint Irenée'nin hayatını okuyordu. Bu mucize hikâyesi, bütün evde etkisini göstermişti. Yaşlı adam koltuğunda, sinekler tavanda, kanaryalar pencerenin üstündeki kafeslerinde uykuya dalmışlardı. Kocaman duvar saati horlayıp duruyordu. Bütün odada uyanık olarak yalnızca, kapalı panjurların arasından yere dikine düşen ve düşerken de kıvır kıvır kıvılcımlarla, minicik valslerle kaynaşan beyaz ve geniş bir ışık parçası vardı. Bu genel gevşeklik içinde çocuk, ciddi ciddi okumasını sürdürüyordu:
 
 "He... men... i... ki... as... lan... o... na... sal... dır... dı... ve... o... nu... par... ça... la... yıp... ye... di..." İşte ben de, tam o sırada girdim. Saint Irenée'nin aslanları gerçekten odaya saldırmış olsalardı, ortalığı benden çok telaşa veremezlerdi. Bu, sanki bir baskın oldu! Kızcağız bir çığlık kopardı, kocaman kitap yere yuvarlandı, kanaryalarla sinekler uyandılar, duvar saati çaldı. Yaşlı adam şaşkın şaşkın yerinden sıçradı; ben de biraz afallayarak eşikte durakladım ve şöyle bağırdım:
 
- Bonjur ahbaplar! Ben Maurice'in arkadaşıyım.
Ah, işte o zaman yaşlı adamı görmeliydiniz; kollarını açarak nasıl bana koştuğunu, beni nasıl kucakladığını, ellerimi nasıl sıktığını ve şaşkın şaşkın, odada "Tanrım! Tanrım!" diye nasıl çırpındığını görmeliydiniz. Yüzünün bütün buruşuklukları gülüyordu. Kıpkırmızı kesilmişti.
 
- Ah mösyö! Ah mösyö! diye kekeliyordu. Sonra, bir yerlere giderek birine seslendi:
- Mamette!
Bir kapı açıldı, sanki koridorda fareler gezindi ve Mamette çıkageldi. Fiyonglu hotozuyla, soluk deve tüyü entarisiyle, beni eski görgüye göre ağırlamak için eline aldığı işlemeli mendiliyle, bu mini minnacık yaşlı kadın gibi güzelini hiç görmemiştim. En hoş yanı, birbirlerine benzemeleriydi. Yaşlı adamın sırtına bir entari, başına da sarı fiyonglu bir hotoz geçirdiniz mi, ona da "Mamette" diyebilirdiniz. Yalnızca asıl Mamette yaşamı boyunca çok üzüntü çekmiş olmalıydı ve yüzü kocasından çok daha buruşuktu. Kocası gibi onun da yanında bir anasız babasız kız vardı. Bu mavi pelerinli küçük peri, hiç yanından ayrılmıyordu. Bu iki kişinin böyle minimini yetimlerce korunduğunu görmek gibi dokunaklı ne olabilir?
Mamette içeriye girer girmez, yerlere eğilmeye kalkıştı, ama adam:
 
- Mösyö, Maurice'in arkadaşı... deyince, eğilme yarıda kaldı. O anda, titremeye, ağlamaya, mendilini düşürmeye, kızarmaya, ötekinden daha kıpkırmızı kesilmeye başladı. Ah bu yaşlılar! Bir damlacık kanları vardır; o da, biraz heyecanlandılar mı, hemen yüzlerine çıkar. Kadıncağız, yanındaki küçüğe:
- Çabuk bir iskemle! dedi.
Kocası da kendi küçüğüne:
- Çabuk panjurları aç! diye bağırdı.
Ve her ikisi de birer elimden yakalayarak, beni daha iyi görmek için açtıkları pencerenin yanına, tin tin götürdüler. Koltuklar geldi. Ben de, ikisi arasına, açılır kapanır bir iskemleye oturdum. Maviler giymiş küçükler de arkamızdaydı. Sorgulama başladı:
- Nasıldır? İyi midir? Ne yapıyor? Niçin gelmiyor? Rahat mı?
Şundan bundan, saatlerce konuştuk durduk. Ben de, elimden geldiğince bütün sorularına yanıt vermeye çalışıyor, arkadaşım konusunda bildiklerimi anlatıyor; bilmediklerimi de hiç sıkılmadan uyduruyordum. Özellikle, pencerelerinin iyi kapanıp kapanmadığına, odasındaki duvar kâğıdının ne renkte olduğuna hiç dikkat etmemiş olduğumu açıkça söylemekten çekiniyordum:
- Odasının duvar kâğıdı mı? Ha! Mavi, madam, gök mavisi; gırlantları da var.
Kadıncağız kendinden geçerek:
- Sahi mi? diye mırıldanıyor ve kocasına dönerek:
- Ne iyi çocuktur! Diyordu. Öteki de, hayran hayran:
- Doğrusu melek gibi çocuktur, diye karısını onaylıyordu.
Ben söyledikçe, onlarda birbirlerine baş sallamalar, anlamlı anlamlı gülümsemeler, göz kırpmalar, işaretleşmeler gırla gidiyordu. Ya da yaşlı adam yanıma yaklaşarak:
 
- Biraz daha yüksek sesle söyleyin, kulağı ağır işitir! diyor; karısıysa:
- Kuzum, biraz sesinizi yükseltin, pek iyi duymaz, ricasında bulunuyordu.
Ben de sesimi yükseltince, her ikisi birden, gülümseyerek bana teşekkür ediyorlardı.
Gözlerimin içinde sevgili Maurice’lerini arar gibi bana yaklaştıkça, solgun gülümseyişlerinde, ben de bu belirsiz, buğulu, sanki belirsiz düşlemi görür gibi oluyor ve arkadaşımın sanki uzaktan, çok uzaktan, sisler içinden bana gülümsediğini sanıyordum.
 
***
 
Yaşlı adam, birdenbire koltuğundan şöyle bir davrandı:
- Yahu, hiç düşünmedik Mamette, dedi, belki karnı açtır!
Mamette, telaş içinde, ellerini havaya kaldırarak:
- Karnı mı aç? Aman Tanrım!
Ben hâlâ Maurice'ten söz ediliyor sanmıştım ve az kalsın, bu melek gibi çocuğun her gün tam saat on ikide sofraya oturduğunu söyleyecektim. Ama Maurice'den değil, benden söz ediliyormuş. Doğrusu, karnımın aç olduğunu söylediğim zaman ortalıktaki telaşı görmeliydiniz!
- Haydi kızlar, sofrayı kurun! Ortadaki masaya yabanlık örtüyü yayın, çiçekli tabakları koyun. öyle kıkır kıkır gülmeyelim, çabuk olalım...
Çocuklar sanırım çabuk oluyorlardı. Nitekim topu topu üç tabak kırmakla sofrayı kuruverdiler.
Mamette beni sofraya götürürken:
- Kısmetinize güzel yemekler var, diyordu, yalnız, tek başınıza kalacaksınız. Kusurumuza bakmayın, biz bugün erken yedik.
Ah bu yaşlı insanlar! Günün hangi saatinde sorsanız, hep "Biz erken yedik!" derler. Mamette'in nefis yemekleri iki parmak sütle biraz hurma ve bir de pastadan oluşuyordu; yani hem kendisine, hem de kanaryalarına en aşağı sekiz gün yetecek bir yemek! Ben de tuttum, tek başıma, bütün bu yiyeceklerin hakkından geldim. Çevremdekilerin nasıl bir tuhaf olduklarını görmeliydiniz! Küçük mavililer, birbirlerini dürterek fiskosa başladılar. Karşıdaki kafeslerinde kanaryaların "Adama bakın! Bütün pastayı yedi!" der gibi bir halleri vardı. Sahi, hemen hemen hiç ayrımına varmadan, içinde eski şeylerin kokusu dalgalanan bu aydınlık ve sakin odada çevremi seyrede ede, bütün pastayı yiyivermiştim. Özellikle iki küçük karyoladan gözlerimi ayıramaz olmuştum. Sanki bir çift beşiğe benzeyen bu karyolaları, sabah şafak sökerken henüz saçaklı büyük perdelerinin içinde yitmiş halleriyle gözümde canlandırıyordum. Saat üçü çalıyor.
 
Bu, bütün yaşlı insanların uyandığı saattir.
- Mamette, uyuyor musun?
- Hayır, yavrum.
- Nasıl, Maurice iyi çocuktur, değil mi?
- Elbette, iyi çocuktur!
Yalnızca, yanyana kurulmuş bu iki küçük yaşlı insan karyolasını görmekle, böylece sürüp giden bütün bir söyleşiyi duyar gibi oluyordum...
Tam bu sırada, odanın öbür ucunda, dolabın önünde korkunç bir facia oluyordu. Sorun, ta yukarda, en üst rafta on yıldan beri Maurice'i bekleyen bir kiraz likörü kavanozunu indirip onuruma açmaktı. Mamette'in bütün yalvarışlarına kulak asmayan yaşlı adam, kavanozu ille kendisi indirmek istiyor, karısının korkudan nerdeyse ödü patlarken, bir iskemlenin üstüne çıkmış, en yukardaki rafa yetişmeye çabalıyordu. Durumu düşünün: Yaşlı adam titreye titreye rafa uzanıyor, küçük mavililer iskemlesine yapışmış, arkada Mamette, yürek çapıntıları içinde soluk soluğa ellerini uzatmış, sonra kaba bezden kocaman çamaşır istiflerinden sızan hafif bir bergamut kokusu... Ne hoş görünüm!
 
Sonunda, birçok çabalamadan sonra, dolaptan o likör kavanozu ve kavanozla birlikte
Maurice'in çocukluğundan kalma, yamrı yumru olmuş gümüş bir kupa da çekilip indirilebildi.
Kupayı ağzına dek kirazla doldurup bana sundular. Maurice, kirazı pek severmiş! Yaşlı adam kupayı doldururken, ağzının tadını bilen bir meraklı edasıyla:
- Kısmet sizinmiş, diyordu, afiyetle yiyin! Bunları karım hazırladı. Sanırım beğeneceksiniz.
Yazık! Karısı yapmıştı, ama şeker koymayı unutmuştu. Ne çare, insan yaşlanınca dalgın oluyor.
Mamette’ciğimin kirazları berbattı ama, ben, hiç renk vermeden, hepsini yedim.
 
***
Yemek faslından sonra, ev sahiplerinden izin alıp gitmeye davrandım. "Đyi çocuğun" sözü edilsin diye, beni bir türlü bırakmak istemiyorlardı. Ama, artık güneş de batmak üzereydi; değirmen de epey uzak. Bir an önce yola çıkmak gerekiyordu.
Yaşlı adam, benimle birlikte kalktı:
- Mamette, dedi, ceketimi getir de mösyöyü geçireyim!
Hiç kuşkusuz, Mamette beni alana dek götürecek zaman olmadığını, ortalığın iyice serinlediğini içinden geçiriyordu, ama hiç belli etmedi. Yalnızca, kocasına o güzel, sedef düğmeli, kahverengi ceketini giydirirken:
- Geç kalma, e mi? dediğini duydum.
O da çapkın bir edayla:
- Bilmem, dedi, belli olmaz, belki...
Bunun üzerine gülüşerek bakıştılar. Onların güldüğünü gören küçük mavililer de güldü; hatta kanaryalar bile köşelerinde kendilerine göre kahkahayı bastılar. Söz aramızda ama, likör kokusu hepsinin biraz başını döndürmüştü sanırım.
Büyükbabayla birlikte evden çıktığımızda ortalık kararıyordu. Küçük mavililerden biri, dönüşte ona yoldaşlık etmek için uzaktan bizi izliyordu; ama kendisinin bundan haberi yoktu; koluma girmiş, delikanlı gibi yürümekten öyle böbürleniyordu ki, Mamette, neşeyle kapının eşiğinden bu durumu seyrediyor ve bize bakarak, "Maşallah, bizim efendi ne de güzel yürüyor!" der gibi başını sallayıp duruyordu.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar