Cucugnan Papazı Alponse Daudet

20.03.2020

 
 
Cucugnan Papazı  Alponse Daudet
 
Cucugnan Papazı adlı adlı öykü Alponse Daudet  ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden  8. öyküsü olmaktadır.
 
Hayatını yazıları ile kazanacağını düşünen Daudet’in Paris’teki ilk yılları sefalet içinde geçmişti. Buna rağmen yanına sekreter olrak girdiği Morney Dükü’nün yardımları sayesinde bir müddet hayatını idame ettirmeyi başarmış 25 yaşında iken eşi Julia ile bir tiyatroda tanışıp evlenmiş, [1]bu evlilikten sonra maddi yönden düzenli bir hayata başlamıştı. Ancak evlendiği yıl hamisi olan Morney Dük’ü öldükten sonra şehir hayatından sıkıldığı için yaşamını sürdürdüğü Midi yakınlarında bulunan Fontvielle’de bir değirmen almıştı.[2]
 
A.Daudet, Paris yakınlarında Fontvielle’de modern un fabrikaları yüzünden kapanan eski değirmenlerden birisini satın alarak tatil günlerini bu değirmende geçirmeye başlamış, bu köye ve değirmene gidip gelirken görüp, duyup, şahit olduklarını kırsal hayatın adet, gelenek ve sosyal hayatını tasvir edecek şekilde hikâyeler haline getirmişti.  Daudet  bu köye ve değirmene atlı arabalar ile geliyor,  köye gelip giderken veya değirmeninde kalırken köylülerle tanışıyor;  onlardan dinlediği hikâyeleri, gördüklerin, yaşadıklarını ve şahit olduklarını öykü şeklinde kaleme alıyordu.
 
 
 
CUCUGNAN PAPAZI
 
Her yıl Chandeleut yortusunda, Avignon'da Provencelı şairler, güzel şiirler ve nefis öykülerle tıka basa dolu, küçük ve eğlenceli bir kitap yayımlarlar. Bu yılınki, hemen şimdi elime geçti. İçinde biraz kısaltarak size çevirmeye çalışacağım olağanüstü bir öykü var... Parisliler, tasınızı uzatın. Bu kez size katışıksız Provence kaymağı sunuluyor...
 
Rahip Martin, Cucugnan papazıydı. Cucugnan’lıları baba gibi sever, ekmek gibi kutsal, altın gibi katışıksız bir adamcağızdı. Cucugnan’lılar tapınmada kendisini biraz daha hoşnut etselerdi, Cucugnan yeryüzünün cenneti olurdu. Ama ne yazık ki, günah çıkardığı yerde örümcekler cirit atıyor; o güzelim paskalya gününde, kutsal ekmekler kutsal kaplarının dibinde küfleniyordu. Papazcığın bu durumdan yüreği sızlıyor ve hep, "Bunları hak yoluna sokmadan canımı alma!" diye Tanrı'ya dualar ediyordu. Sonunda Tanrı onun bu duasını kabul etti. Bir pazar günü, İncil faslından sonra Mösyö Martin kürsüye çıktı.
 
- Kardeşlerim, dedi, ister inanın, ister inanmayın, geçen gece, ben Tanrı'nın günahlı kulu, cennetin kapısına vardım.
Çaldım, kapıyı Saint Pierre açtı:
 
- Vay, siz misiniz sevgili Mösyö Martinciğim, dedi. Hangi rüzgârlar sizi buraya attı? Acaba bir buyruğunuz mu var? - Saint Pierre’im, efendim, siz ki cennetin günah-sevap defteriyle anahtarına sahipsiniz, çok meraklı görünmek gibi olmasın ama, bana burada kaç Cucugnanlı bulunduğunu lütfen söyler misiniz?
 
- Hay hay Mösyö Martin, oturun da şu konuyu birlikte bir gözden geçirelim. Saint Pierre defterini eline aldı, açtı ve gözlüklerini takarak:
 - Hele bir bakalım. Cucugnan'dı değil mi? Cu... Cu... Cucugnan... Bakın, Mösyö Martinciğim, sayfa bomboş. Tek bir kul bile yok... Ha hindide kılçık, ha cennette Cucugnanlı...
 
 - Ne dediniz? Cucugnan'dan kimse yok mu? Kimsecikler mi? Olamaz, olamaz bu! Kuzum, iyi bakın...
- Kimsecikler yok, kutsal adam. Şaka ettiğimi sanıyorsanız, bir de kendiniz bakın. Ben zavallı, ağlayıp çırpındım, ellerimi kavuşturarak, acıyın diye çığlıklar attım. O zaman Saint Pierre:
 
- Bakın Mösyö Martin, dedi, ne diye tatlı canınızı böyle üzüntüye sokuyorsunuz? Ya Tanrı saklasın yüreğinize inerse... Bunda sizin ne suçunuz var? Emin olun, sizin Cucugnanlılar, belki de Araf'ta, karantinada olsalar gerek!...
 
- Ah, yardım edin, ulu Saint Pierre! İzin verin de, hiç olmazsa gidip kendilerini göreyim, avutayım.
 
 - Başüstüne dostum... Alın şu sandalları ayağınıza geçirin. Çünkü yollar pek öyle düzgün değildir... Oldu mu? Tamam... Şimdi, artık dosdoğru yürüyün. Ta sondaki dönemeci görüyorsunuz, değil mi? Orada, üzeri siyah haçlarla süslü, gümüş bir kapı vardır... Orada işte, sağ kolda... Kapıyı çalarsınız, açarlar... Haydi güle güle... Sağlıcakla gidin.
 
 
Yürüdüm, yürüdüm, epey taban teptim. Ne yollar, Tanrım! Aklıma geldikçe hâlâ tüylerim diken diken oluyor. Dikenlerle, ışıl ışıl yanan korlarla, ıslık çalan yılanlarla dolu bir patikadan geçerek gümüş kapıya vardım: - Tak! Tak!... Üzünçlü ve boğuk bir ses: - Kim o? diye seslendi.
 
- Cucugnan papazı. - Neresi? Neresi?...
 - Cucugnan.
- Ya! Girin, bakalım.
Girdim. İçerde gece gibi karanlık kanatları, gün gibi parıltılı giysisi, kemerine asılı elmas anahtarıyla büyük ve güzel bir melek oturmuş. Saint Pierre'inkinden daha kocaman bir deftere cızır cızır bir şeyler yazmaktaydı. Melek:
 - E, peki, ne istiyorsunuz, bakalım?
 - Tanrı'nın güzel meleği; istediğim şey, merakımı bağışlayın, burada Cucugnan'dan kimler var, bunu öğrenmek...
 - Nereden dediniz?
- Cucugnan'dan... Yani Cucugnan halkından... Papazları benim de...
 - Ya! Demek siz Rahip Martinsiniz, öyle mi?
 - Evet, bendenizim efendim!
- Cucugnan dedinizdi, değil mi?
 
Melek, büyük defterini açtı ve parmaklarını tükürükleyerek sayfaları çevirmeye başladı. Sonra, derin derin içini çekerek:
- Cucugnan, dedi... Araf'ta Cucugnan'dan kimsecikler yok, Mösyö Martin.
 
 - Ey Hazreti Isa! Ey Hazreti Meryem! Ey Hazreti Yusuf! Araf'ta da Cucugnan'dan kimsecikler yok ha! Ey, Ulu Tanrım, neredeler bunlar öyleyse?... - Nerede olacaklar, a kutsal adam! Elbette cennette...
- Şimdi cennetten geliyorum.
 - Cennetten mi geliyorsunuz? E, peki?..
 - E, pekisi bu! Orada da yoklar. Ah, meleklerin meleği!...
- Ne yaparsınız, papaz efendi! Cennette de, Araf'ta da yoksalar, bunun lamı cimi yok, demek...
 - Ey kutsal haç! Ey Hazreti Isa, ey Hazreti Davud'un oğlu! Eyvahlar olsun, eyvahlar olsun! Hiç olacak şey mi? Sakın ulu Saint Pierre'in bir yalanı olmasın bu? Ama horozun öttüğünü de işitmedimdi... Vah, vah, vah... Vah bizlere! Cucugnan'dan kimse olmazsa, ben cennete ne yüzle giderim?
 
Melek:
 - Beni dinleyin Mösyö Martinciğim, ne pahasına olursa olsun her şeyi gözünüzle görmeden içiniz rahat etmeyeceğine göre, şu keçiyolunu tutun, koşmasını biliyorsanız, koşun!... Solda büyük bir kapı göreceksiniz. Oradan istediğinizi öğrenebilirsiniz. Haydi yolunuz açık olsun!.. Dedi ve kapıyı kapayıverdi.
 
Yol, kıpkırmızı kor döşeli, uzun bir patikaydı. Sarhoş gibi sendeliyordum. Her adımda, vücudumun her kılından bir damla ter sızıyordu. Susuzluktan soluğum tıkanmıştı... Ama, Tanrı için, iyi yürekli Saint Pierre'in verdiği sandallar sayesinde ayaklarım yanmıyordu. Sağa sola yalpa vura vura epey yürüdükten sonra, solumda bir kapı ortaya çıktı. Kapı, ama ana kapı; Pek büyük bir ana kapı, kocaman bir fırın ağzı gibi açık duruyor. Ah çocuklarım, ne görünüm! Orada ne adımı soran oldu, ne de deftere bakan. Oraya tıpkı sizin pazarları meyhaneye girişiniz gibi, sürü sürü, kapı dolusu giriliyordu. Hem zırıl zırıl terliyor, hem de donuyor, titriyordum. Saçlarım diken diken olmuştu. Üstelik tıpkı nalbant Eloy'nın nallamak için kocamış eşeğin tırnağını yaktığında bütün bizim Cucugnan'ı dolduran kokuya benzer bir şey, bir yanık, bir kızartma kokusu duyuyordum.
Bu pis, bu kızgın havada boğulur gibi oluyordum. Ürkünç çığlıklar, iniltiler, ulumalar, sövgüler işitiyordum. Boynuzlu bir ifrit, beni yabasıyla dürterek:
 
 - Hey, babalık! dedi, giriyor musun, yoksa girmiyor musun? Anlayalım.
 - Ben mi? Hayır, hayır, girmiyorum. Ben Tanrı'nın sadık bir kuluyum.
 - Tanrı'nın sadık kulusun ha! Hay kerata, hay! Öyleyse, burada işin ne?...
- Ben mi?... Şey... Ah, aklıma getirmeyin, düşündükçe dizlerimin bağı çözülüyor... Size haddim olmayarak.. burada... dünya işi bu.. Cucugnan'dan kimse var mı yok mu, sormaya geldim.
- Hay Tanrı'nın öfkesi! Sanki bütün Cucugnan'ın burada olduğunu bilmiyormuş gibi işi aptallığa vuruyorsun ha!.. Gel de bak, karga herif, senin o canım Cucugnan’lılarını burada ne duruma getiriyoruz...
 
 
Kimi görsem beğenirsiniz? Korkunç bir alev kasırgası içinde, o uzun Coq-Galine'i. Hani şu sık sık kafayı çekip zavallı karısı Glairon'u bir güzel ıslatan Coq-Galine'i! Aslında herifi hepiniz bilirsiniz. Catarinet'yi gördüm. Hani şu yalnız başına ambarda yatan, kalkık burunlu postacı. Anımsadınız değil mi, keratalar? Geçelim, çok bile söyledik. Pascal Doigt-Poix'yı gördüm. Hani şu, Mösyö Julien'in zeytinlerinden kendisine yağ çıkaran herifi! Tarlalardan buğday tanesi toplayarak geçinen Babet'yi gördüm. Hani şu, işim çabuk bitsin diye, başkalarının harmanından demet demet başak aşıran karıyı! Grapasi Usta'yı gördüm. Hani şu, çekçek arabasının tekerleğini pek güzel yağlayan adamı! Sonra Dauphine, hani şu, su kuyusunun suyunu ateş pahasına satan herifi! Sonra Tortillard, hani, sokakta bana raslayınca, külâhı başında, piposu ağzında, sanki köpek görmüş gibi hiç tınmadan yoluna giden o kendini beğenmiş keratayı! Sonra Zette ile birlikte Coulau'yu, Jacques'ı, Pierre'i, Toni'yi...
 
 
Kilisedekiler, kimi anasını, kimi babasını, kimi büyükannesini, kimi kız kardeşini cehenneme tıkılmış görmekten heyecan içinde, korkudan renkleri uçmuş, inleyip duruyordu.
 
 Rahip Martincik yeniden söze başladı:
 - Siz de görüyorsunuz ki, kardeşlerim, siz de pekiyi görüyorsunuz ki, bu iş böyle yürümez. Benim görevim, kulları hak yoluna sokmaktır. Sizleri, balıklama yuvarlanmakta olduğunuz uçurumdan kurtarmak istiyorum. Yarından tezi yok, paçaları sıvayacağım. Yapılacak bir sürü iş var ama bakın, ben hepsinin hakkından nasıl geleceğim, bir seyredin. Her şeyin yolunda gitmesi için düzen gerekir. Biz de, Jonquières'teki danslarda olduğu gibi, kol kol gideceğiz. Yarın pazartesi, kadın erkek tüm yaşlıların günahını çıkaracağım ki, işten bile değil. Salı, sıra çocukların... Bu da çabucak biter. Çarşamba, delikanlılarla genç kızların sırası... Ha, bak bu, biraz uzun sürer. Perşembe, erkeklerin... Elbette kısa keseriz. Cuma, kadınların... Onlara "Masal okumaya başlamayın!" diyeceğim. Cumartesi, sıra değirmencinindir. Bence, tek başına ona bir gün ayırmak, hiç de çok değil!.. Pazara işimizi bitirirsek, ne mutlu bize! Biliyorsunuz ya çocuklarım, demir tavındayken dövülür! Yemeği, kokutmadan yemeli! Ortada bir sürü kirli çamaşır var, yıkamalı, hem de adamakıllı yıkamalı. Size Tanrı'dan acıma dilerim. Âmin!
 
Ne söylendiyse, yapıldı. Çamaşır yıkandı. O ünlü pazar gününden beri, günahlarından kurtulan Cucugnan'ın erdemleri, ta on fersahlık uzaklıktan mis gibi kokuyor. Rahip Martin'e gelince, o da pek mutlu, pek keyifli. Geçen gece düşünde kendisini, arkasında topluluğu, mumlar yanmış, bulut gibi çevreyi kaplayan ödağacı kokuları içinde, ilahici çocuklar Te Deum okuya okuya, cennetin ışıklı yolunda görmüş. İşte Cucugnan papazının öyküsü. Bunu size Roumanille zevzeğinin bana tembih ettiği gibi anlattım. O da zaten bunu bir başka geveze ahbabından dinlemiş
 
[1]  https://www.espacefrancais.com/alphonse-daudet-les-lettres-de-mon-moulin/

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar